top of page

Tanrı Ve Takdire Şayan Bir Yazar - İsmail Pişer

  • kibritfanzin
  • Nov 16, 2024
  • 3 min read

Updated: Dec 2, 2024

Yaşamımın üçte birini kendimi tanımaya çalışarak geçirdim. Kişiliğim hakkında ilkokul düzeyinde bir kompozisyon yazacak kıvama geldiğimde, elimde bir üniversite diploması ve diplomanın getireceği bir kader hasıl olmuştu çoktan. Ne büyük trajedi! Oysa insanlar üniversite tercihlerini en az otuz yaşında yapmalılar. Ancak o vakit kendilerini bir nebze tanıyabiliyorlar. Bunu geç kabullendim ve halen de sindirebilmiş değilim. Hayata sıfırdan başlasaydım ne okuduğum bölümü okur, ne gittiğim şehirlere gider, ne de sevdiğim kadınları severdim. Fakat o zaman da şu satırları yazan zat-ı muhterem olamazdım. Şerefsizin teki olurdum belki de. Böyle düşününce nispeten rahatlıyor insan. Aklıma mukayyet olan tüm paradokslar için teşekkür ederim Tanrım.


Daha iyi bir becerim olmadığı için, on sene önce öykü yazmaya başladım. Haliyle metinlerimin kendine has bir dili, özgün bir üslubu yoktu. İlk teşebbüslerime gelen “Güzel yazmışsın İsmail, seninle gurur duyuyoruz, annengile selamlar” şeklindeki akraba yorumlarına kanarak henüz yirmi yaşında ulusal bir gazeteye başvurdum. Üçüncü sayfada köşe yazma hayalleri kuruyor, yılda iki kez gördüğüm akrabalarımın fanatizmi yüzünden kendimi Sabahattin Ali sanıyordum. Şimdi geriye baktığımda, muhtelif sanal mecralarda utanç duyduğum yazılarıma rastlıyorum. Yöneticilerle iletişim kurup sildiremiyorum da. Demek ki ortalama bir insan yazdıklarını yayınlamaya otuz yaşına doğru başlamalı. Netice itibariyle, şükür ki usanmadan yazmaya devam etmiş, küçük kitlelere, meçhul gönüllere ulaşmayı başarmışım. Yılda iki defa görülen akrabalar yarattığın için teşekkür ederim Tanrım.


İleride takdire şayan bir yazar olacağımdan emin değilim. Zira iyi bir gözlemci olmadığım gibi, hafızam zayıftır ve botanikten de zerre kadar anlamam. Örneğin, kabiliyetli yazarlar bir ormanı şöyle betimlerler: “Orman adeta canlanıyordu. Sabahtan beri mırıltıları duyulan ağaçlar konuşuyor, bağırıyor ve sallanıyordu. Yalnız meşeler değil, yerdeki otlar, kuru yapraklar, çalılar, gürgenlerin gövdesine sarılmış sarmaşıklar ve hatta kahverengi mantarlar bile canlanmıştı...” Bense bu tarz bir anlatımdan çok sıkılırım. Kafam katiyen detaylı çalışmaz. Şahsen aynı ormana dikkatlice bakarsam şöyle anlatırım: “Bir sürü ağaç var.” Gördüklerimin hepsi budur ve aradan birkaç gün geçince konuyla ilgili hiçbir detayı anımsamam. Yine de beton yığınları arasında büyümüş biri olarak en azından samimi olduğumu belirtmeliyim. Samimiyetin itibar gördüğü bir devirde yaşamasak da, öteki tarafta yüksek kanaat notu bekliyorum Tanrım.


Gerçek yazarlar sıradan insanların göremediklerini görürler. Yüzü kırışmış, saçı düğümlenmiş, zayıf, damarları belirgin, bakımsız ama esrarengiz bir kadına aşık olurlar mesela. Ve o gizemli varlığı edebi eserlerinde öyle betimlerler ki hasbelkader yolda karşılaşsanız hayal kırıklığına uğrayıp “Bu muydu o muhteşem kadın?” dersiniz. Benimse böyle bir meziyetim yok, sıradan insanların gördüklerini görebilirim sadece. Ve daima çok güzel kadınlara aşık olurum. Yüzlerce rakibim olduğundan haliyle çoğu kez elde edemem onları. Öfkem bu yüzdendir. Meşakkatim bu denli sığdır. Belki de erkeklerin bir kadının kırışıklıklarını sevmeyi öğrenmesi için otuz yaşını geçmesi gerekiyor. Belki de hayat anlamsız bir imaj yarışından ibarettir. Bilemiyorum, şu ana dek gerçek bir yazarla yüz yüze sohbet etme fırsatım olmadı. Ölmeden önce kesin bilgi alırsam yayarım.

           

Sanat devrimcidir. Dolayısıyla sanatçı biraz da isyankar olmalı. Bir kadının zamansız kırışan yüzünü, Uganda’da açlıktan ölen çocuğu, Ege’de boğulan mülteciyi, Ortadoğu’daki savaşı dert etmeli ve her koşulda zayıfın yanında yer almalı. Bense her geçen yıl toplumsal duyarlılığımı yitiriyorum. Haberleri anbean takip etmekten vazgeçtim; politik analizler yapmayı, çocuklara nasihat vermeyi, arkadaşlarıma “Sigara içme” demeyi bıraktım, çünkü iyiye giden hiçbir şey göremiyorum. Ayrıca çevreme yaymam gereken sevgiyi, geceleri boynuma atkı gibi dolanarak uyuyan ve bunu soğuk mevsimde boğazımı üşütmemem için yaptığına inandığım kedime adıyorum. Tek bir kediyi Asya kıtasından fazla sevmem, hayvanseverlikten ziyade, vazgeçmemin bir tezahürü olsa gerek. Yine de nihilist olduğumu söyleyemem. Aslını sorarsanız hiç kimse nihilist olduğunu iddia edemez. Edebiyat dünyası sözde nihilist yazarlarla dolu, fakat eve kapanıp üç yüz sayfa roman yazmak nihilizmin tabiatına aykırıdır. Hem nihilist olsaydım Tanrıyla konuşmazdım, öyle değil mi Tanrım?

Kıssadan hisse, takdire şayan bir yazar olamayacağımı biliyorum. Toplumsal duyarlılığım had safhadaymış gibi yapmayacağım. Size yalan söylemeyeceğim. Bir ormanı ağdalı sözcüklerle betimlemeye çalışmayacağım. Genç Mukaddes’e baktığımda Adil Yakubov’un gördüklerini bir süre daha göremeyeceğim. Evlenene kadar hep çok güzel kadınlara aşık olacağım, elde edemediklerim için yazılar döşeneceğim. Öte yandan ülkede canlı bombalar patlamaya devam ederse çocuk yapmayacak, sadece ailemi ve kedileri seveceğim.


Ve öldükten sonra Tanrı “Dünyayı nasıl buldun?” diye sorarsa, öyle türlü teşbih sanatlarına başvurmayacağım. Zira o tarz anlatımlardan çok sıkılırım. Kafam katiyen detaylı çalışmaz. Biraz bezgin ve tembel, biraz da mahcup ve çekingen bir ifadeyle, sadece şunu diyeceğim:

“Bir sürü kötü insan vardı.”





Comments


bottom of page