Reha Özcan ile Orhan Veli ve Tiyatro Üzerine Röportaj
- kibritfanzin
- Feb 3
- 14 min read
Updated: Feb 20
-Müşfik Kenter’den sonra ‘Bir Garip Orhan Veli’ olarak seyirci karşısına çıkmanın ne gibi sorumlulukları var sizin için?
R.Ö- Müşfik Kenter benim konservatuardan öğretmenimdi. Orhan Veli oynadığı bir dönem Müşfik hocanın dekorlarını taşıdım. Oğuz Aral onun sahne düzenini yapmıştı. Rahmetli oldu. Çok değerli insanlardı, muhteşem bir oyundu. Benim derdim edebiyatla. Bu işe başladığımdan beri okuduklarımla seyirci arasında katalizör olmayı seçtim ve son zamanlarda eğitim sistemindeki boşlukları bizim doldurmamız gerektiğini düşünüyorum. Ülkemizin önemli yazarlarının artık gençler tarafından bilinmediğini, takip edilmediğini, araştırılmadığını görüyorum. Ona bir nebze katkıda bulunabilmek için yeni bir bakış açısıyla, çağın getirdiği teknolojik ürünleri de oyunun içine katarak ve oyunun müzik yapısını tamamen değiştirerek oynuyoruz. Müşfik hoca da sanırım beş şarkı falan vardı bizde on sekiz şarkı var. Bu oyunu müzikal haline getirip hem Orhan Veli’nin o deli dolu saçmalama özgürlüğüne sahip ama sorumlulukları olan tarafıyla oynuyorum. Çünkü Orhan Veli için gelenekçi mi yoksa başkaldıran bir bakış açısı mı var bu hep tartışılır. İkisine de sahip bir şair aslında. Bu Anadolu, Anadolu insanının bir tarafı öyledir bir tarafı böyledir. Kendi içinde barışık olan ama dışardan baktığın zaman sorunlu gibi görünen bir yapısı vardır. Onu olduğu gibi o çocuk enerjisiyle vermeye çalışıyorum. Bunun için çok çalıştık sürekli denemeler yaptık. Oynadığımız şeyi seviyoruz, sahipleniyoruz ve seyircilerimiz de sahipleniyor. En güzeli o zaten medeniyette böyle böyle gelişen bir durumdur. Bir nebze katkımız olsun istiyorum, tabi ki çok zor şu anda benim bir oyunda oynamam hem dizi hem başka çalışmalar yüzünden ama bu da vatan borcu yapmak zorundayız. Ele aldıklarımıza mutlaka ki layık olmak zorundayız en azından bizim çabamız bu yönde olur, olur muyuz olmaz mıyız bunu da zaman belirler tarih belirler.
- Orhan Veli ‘den konu açılmışken şu soruyu sorayım size Orhan Veli’nin sanatını ve hayatını ele alırsak genelde topluma yabancılaşma, bıkkınlık ve varoluşsal sancılar dikkat çeker. Dünyanın Orhan Veli ile derdi neydi?
R.Ö- Güzel soru. Orhan Veli ve Orhan Veli gibilerle dünyanın her zaman derdi vardı. Çünkü sıradan ve sıradan olmayan diye ikiye ayırabiliriz. Sıradan olmayanları standardize etmek gibi bir görevi vardır sistemlerin, özellikle kapitalizmin ve buna psikiyatri de en yakın daldır insanları standardize edebilmek için. Basit insan zaaflarını ya da basit insan haykırışlarını determine eder yani yok etmeye çalışır sistem. Ama bunların içinden çıkabilenler tarih boyunca yaşayanlar ve biz onlara sanatçı diyoruz. Yani gündelik yaratıcılıkla yapılmış şarkı söylemekti, işte best seller’lar hiçbir zaman sanat olmaz onlar bir dönem okunur, ‘Aaa güzelmiş’ dersiniz geçersiniz. Ama biz yüzyıllar boyunca yaşayan eserlere sanat diyoruz ve bunlar yapıldığı yazıldığı tarihte sanat olup olmadığını bilemezsiniz. Çok zor ortaya çıkar. İki savaş arasında dünyaya gelmiş bir adam, iki savaşı da yaşamış iki savaşın yoksulluğunu yaşamış Birinci Dünya Savaşı’ nın hemen akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyet’in de bir sürü anılar yaşamış. Başka bir dilden başka dile evirilmiş bir sürü dili içinde sadece dilde hani derler ya Osmanlıca ,Arapça, Farsça , Türkçe ’den oluşur Osmanlıca bu şekilde. Hayır bir sürü dil var sadece o değil ki. O zaman yaşayan diller şu anda yok olmaya yüz tutan dillerin hepsini kullanan bir şair bunlar. Aynı zamanda onlar dünyanın onlara sunmuş olduğu renkleri kabul etmemişler. Hayır bu dünyada daha güzel renkler var. Biz de görüyoruz bu dünya gri, değil beton değil, bu dünyanın bin bir yeşili var. Bunların hepsi insanı bir bütün yapıyor. Parça parça olduğu zaman hep bir taraf eksik kalıyor. Yani mutluluk koskoca bir bütün hedefinde büyük hedeflerde olmuyor hiçbir zaman. Milyonlarca küçük şeyden oluştuğu zaman mutluluk geliyor Orhan Veli bunu keşfetmiş. Dile getirmenin başka türlü bir yolunu bulmuş. Amerikalı bir yazar John Steinbeck başka bir yolunu bulmuş işte Shakespeare başka bir Dostoyevski başka bir yolunu bulmuş. Bütün bunlar yaşandı, söylendi, söylenmemiş gibi yapamayız. Orhan Veli var. Orhan Veli olmasaydı biz ondan sonraki akımların ‘Beş Hececiler’i’ bilmezdik, ‘İkinci Yenicleri’ yenicileri şu anda ‘Üçüncü Yeniciler’ rap yapıyor mesela bunları bilmezdik. Bunlar bize yeni boyutlar kazandırıyor çünkü çocuklar saçmalar, çocukların saçmalama özgürlüğünü kimse engellememeli. Çocuklar, bu ülkeyi, bu vatanı, bu dünyayı seviyorlar ve kimse onlardan daha vatansever değil, kimse kimseye bu paylarca yüksündürmesin. Onun derdi de buydu, benim derdim de bu, hepimizin derdi bu ortak bir barış konsesyonuna ihtiyacımız var. Onlar da kendi dillerinde barış istemişler biz de bunu istiyoruz.
- Biraz size dönmek istiyorum. Reha Özcan tiyatrosunun ve sinemasının estetik davranışları nelerdir?
R.Ö- Sinemasının estetik davranışlarını sadece gelen senaryolar ve yönetmenin bakış açısıyla birlikte oynadığımız partnerlerle ortak bir bakış açısı kuruyoruz. Fakat ‘Reha Özcan Kumpanyası’nın’ sanatsal estetiği bana ait. Mevcut politikalar üstünlüğü yaklaşıyorum. Herhangi bir mevcut siyasi partilerin hiç biriyle hiçbir derdim yok, umurumda değil. Mecliste işte şey diyorlar ya; ‘Kardeşim sanatçılar işlerini yapsın politikayla uğraşmasın’ falan yani onlar ticaretle uğraşırken birden bire uyandılar da yani politika mı yaptılar? Yok politika doğduğun günden itibaren annenle baban arasında başlayan ilişkiler sonrasıydı, kardeşlerinle, sonra mahalledeki çocuklarla sonra mahalledeki amcalarla, teyzelerle sonra okula gittiğin andan itibaren başlayan bir süreçtir. Yani herkes işini yapsa da güzel olur, biz sanatla ilgili şeyler yapsak mesela politikacılarda sadece meclisin siyasi bilimi üzerine gitseler gündelik politikaların söylemlerinden kurtulsalar. Bize sürekli öcü, kaka, cici bunlar cici, böyle yaparsan iyi çocuk olursun falan gibi önermelerde bulunmayıp bu dünyayı daha güzel bir dünya halinde çocuklarımıza bırakacak hale getirseler çok mutlu olurum. Benim tiyatrom bunun üzerine gidiyor, işimi yapmak, ben işimi iyi yapmak istiyorum. O yüzden çok iyi çalışmak istiyorum, çok iyi etüt yapmak istiyorum. Ben yetenekli bir oyuncu değilim, ben çalışkan bir oyuncuyum. Her gün daha çok çalışmak zorundayım çünkü yarın daha güzel bir gün olacak mottosu ile insanlara yaşama sevinci satıyorum. Başka bir şey satmıyorum, o yüzden tiyatromun mottası da ‘iyiliğe kaçalım’. İyiliğe kaçmak kötüden uzak durma hali değildir. İyiliğiniz ile kötülükle mücadele etmelisiniz. O anlamda oyunlar aslında seçtiğim diziler de, filmlerde de bu mottoya dikkat ediyorum.
- Az önce ‘Siyasetçiler bize bulaşmasınlar, işimizi istediğimiz gibi yapmamıza müsaade etsinler’ dediniz. Aslında olayın bir de şu tarafı var şuan toplumu en çok aydınlatan kişiler de sizsiniz, sanatçılardır. Biraz bundan dolayı sanırım çekiniyorlar. Aslında bu bilerek yapılan bir şey değil mi?
R.Ö- Düşünsene geleneksel Türk Tiyatro’su diyoruz ama geleneksel Türk Tiyatrosu yapıldığı zaman gizli saklı yapılıyordu. Karagöz- Hacivat yasaklanmıştı Osmanlı’da. Şimdi hala Karagöz-Hacivat için diyorlar ki, erotik-politik olmayan komediler yapın. Bunu biz söylemiyoruz iki bin sene önce Aristoteles söylemiş zaten. Yani ‘Kurallarını belirlemiş poetika da orada komedi olabilmesinin ya politik ya öğretik olması gerekiyor’ diyor. Dolayısıyla böyle bir şey söylendiği zaman gülüp geçmek zorunda kalıyorsun. Karagöz-Hacivat deniyor mesela geleneklerimiz. Karagöz-Hacivat’ı bugün oynasak var ya taşlar herkes bizi. Hem politik, hem erotik Türkçeye çevrilemiyor bile o kadar adaba aykırı şeyler var ki içerisinde. Dolayısıyla çok dikkat etmeliler gülerken bile. Çok kullanılan o meddah geleneği bildiğiniz çağdaş stand up yapan adamlar. Yani çok bilge adamlar. Yani hem çok biliyorlar, hem fikirleri var hem de esprili adamlar. Şu anda bunları yapmak çok zor.
- Türkiye’nin bulunduğu coğrafyasını ele alırsak sosyolojik anlamda sanatta ne gibi avantajlar veya dezavantajlar vardır?
R.Ö- Sanat akımları her zaman, baktığınız zaman bir olay üzerine mesela bir İspanyol gribi olmuş başka bir şeye evirilmiş sanat. Birinci Dünya savaşından sonra başka bir şey, İkinci Dünya savaşından sonra başka bir şey, Yüzyıl Savaşları’ndan sonra başka bir şeye evirilmiş. Sanat hep kötü ve yokluk içerisinde var eder kendini. O yüzden biz o anlamda biraz avantajlıyız. Darbelerle, kötü yönetimlerle, ekonomik sıkıntılarla, dünyada oluşan pandemik en büyük yaralarını burada yaşamamızla işte liseli ilişkilerin değişmesiyle, göç ya da zorunlu göçler nedeni ile insanlar dertlerini anlatırlar. Çünkü hayatta bir şeyler yaşarsın ve birileri anlatma ihtiyacı duyar, birileri de yorum katarak anlatma ihtiyacı duyar. Bunu resimle, heykelle, tiyatroyla, müzikle yapabilirsin başka yapabilecek alanın yok. Çünkü öbür yüzyıllara kalan sahte bir tarih vardır istediği gibi yazan tarihçiler vardır. Ama öbürü, efsane şeklinde kulaktan kulağa gelen şeyler çok daha değerlidir. O efsaneler her zaman yaşar. Onlar daha değerlidir. Bir Köroğlu ve Bolu Bey’i efsanesi vardır, Hatay’a gittiğin zaman mozaik müzesi vardır, onlar size bir sürü şey anlatır. Tarihi dokuların varlığına dokunduğunuz zaman sizde başka bir his yaratır. Bir yazar o efsaneleri araştırır ve o efsaneler üzerine kitaplar yazarlar hani hayal mi gerçek mi diye bakarsın. Bir sürü sanat eseri üzerine yorumlar vardır ya da sosyolojik yorumlar vardır o yorumların neden olduğunu araştırdığın zaman aslında tarihle karşılaşırsın. O yüzden sanatın böyle bir görevi vardır. Daha muhafazakâr bir tarihe sahiptir sanat. Bize sunulan, bize tarihmiş gibi gösterilenden daha ziyade, örneğin biz koca Seyit’in hikâyesini biliriz. Koca Seyit 350 kiloluk bir top güllesini kaldırmış diye biliriz. Ama koca Seyit dört yıl savaştan sonra eve geldiğinde, ‘Bunlar benim çocuklarım mı?, Karım benim başka biri ile mi evlendi mi ?’ diye bir gece sokakta yatmış tabi biz bunu bilmiyoruz. Benim sanatçı olarak işim onu bulup o hikâyeyi çıkartmak.
-Edebiyata çok bağlı olduğunuzu biliyoruz ve konservatuarda çalıştığınız zamanlarda öğrencilerinize sürekli kitap okutuyormuşsunuz. Bir röportajınızda “Kitap okumayan insan tiyatroyla uğraşmasın” diye bir cümleye denk gelmiştim. Bize sevdiğiniz kitaplardan, kütüphanenizden bahseder misiniz?
R.Ö- Çok fazla kitap giriyor kütüphaneye ama giren kitapların çoğu hala okunmadı çünkü her hafta 120-150 sayfalık bir senaryo okumak ve ona çalışmak zorundayım. Her gün beş ila yirmi sayfa arasında ezber yapmak zorundayım öyle bir sıkıntı var. Onun dışında benim için çok büyük bir dinlence ama bütün dünya ve Türk edebiyatını takip etmeye çalışıyorum elimden geldiğince, dergileri takip etmeye çalışıyorum, yeni çıkan müzik gruplarını Türkiye’de, İzlanda’da özellikle şu anda kuzeydeki müzisyenleri çok beğeniyorum. İsveç, Danimarka, İzlanda’da çıkan yeni grupları çok seviyorum. Yeni yazarları takip etmeye çalışıyorum ama yetişme şansım yok. Babamın çok büyük kütüphanesi vardı bir dönem şevkle onun kitaplarını okurdum ama hepsine yetişemiyordum çok büyük kütüphaneydi. Babam “oğlum bizler denize düşen birer süngeriz bütün denizi kurutma şansımız yoktur ama çektiğimiz su yaşama sevincimiz olur” derdi. Güzel bir şeydi, çok güzeldi ben de öyle yapıyorum elimden geldiğince, işte gözler bozulmaya başladı, uzun süre okuduğun zaman rahatsız oluyorsun ama bazen de bir kitabı alıyorsun bırakamıyorsun ya hepimizin vardır. O kitaplara bayılıyorum ve son elli sayfasını bir haftada falan bitiriyorum çünkü onlardan çok az var. Her gün 2-3 sayfa bitirmek istiyorum ya da bazen kitaptan sıkıldım ama sonunu merak ediyorum, atladıklarım da oldu hayatımda. Hızlı okuma kurslarına gittim ama hiçbir şey anlamıyorum okuduğum kitaptan. Benim için keyif olmalı, kahvem olmalı, keyifli müzik çalmalı, keyif almalıyım ki işte o zaman tadı oluyor ama onu şu son zamanlarda bulmak o kadar zor ki, beş aydır otelde kalıyorum Ayvalık’ta dizi çekimi için. Ayvalık’ta ki, çekim için olmuyor. Yani, hayat her zaman istediğin gibi olmuyor.
-Peki hocam biliyorum siz de bu liste çok uzun ama çok sevdiğiniz iki, üç kitap ismi söyleyebilir misiniz?
R.Ö- Şu anda mesela en çok bir şey çıkartsa da okusam dediğim Hakan Günday var, Murathan Mungan var çok sevdiğim. Yaşar Kemal’leri, Orhan Kemal’leri saymıyorum yani onlar olmadan büyümek Abbas Sayar’lar işte keza öyle. Çok sevdiğim, Ahmed Arif, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Enver Gökçe o kadar çok şairimiz var ki hepsini çok seviyorum hangisini ayırayım, hepsini çok seviyorum. Cemal Süreya’yı seviyorum, hikayelerini daha çok seviyorum. Haldun Taner’i çok severim okumayı. Ferhan abi var Ferhan Şensoy’un yazmış olduğu kitapların hepsi çok güzel, çok seviyorum. Yeni bir sürü yazar da var ama şuan isimlerini hatırlamıyorum. Buket Uzuner var mesela sevdiğim. Eskiden Adalet Ağaoğlu’nu okumayı çok severdim. Yabancı yazarlardan İngiliz yazar John Fowles’i çok seviyorum. Sartre ve Camus’un hikayelerini çok severim. Başucu kitapları deyip, klasikleri saymıyorum. Amerikan, İngiliz, Alman, Rus, Fransız Edebiyatı vb. Oyuncu olarak en sevdiğim yani öyle de söylüyorum hep bir Marlon Brando vardır bir de diğer oyuncular vardır. Ben o diğerlerden bir tanesiyim. Marlon Brando’ nun “Annemin Öğrettiği Şarkılar” kitabı başucu kitabımdır. Benim ustalarımın çoğu maalesef rahmetli oldu o yüzden açıyorum Marlon Brando’yu okuyorum onunla dertleşiyorum galiba, hoşuma gidiyor. Yeni çıkan, bir sürü ustamızın kitapları çıkıyor, çıkartıyorlar, çoğu dedikodu ama olsun yani okuyoruz, onlardan da ders alıyoruz. Yani eğitim almaya çalışıyorum elimden geldiğince, gittiğim her yerde eğitim almaya çalışıyorum çünkü değişiyor, her şey değişiyor o değişen dünyaya ayak uydurmak zorundasın.
-Bir röportajınızda “en tehlikeli sansür sanatçının kendisine uygulayacağı sansürdür” diyorsunuz. Siz kendinize hangi konularda sansür uyguluyorsunuz?
R.Ö- Ya ülkenin en anlayışsızını güldürecek espriler genellikle belden aşağı ve sokakta gezen fıkralardır. Böyle sansür değil de yasaklarım var, kendime yasaklarım. Ben o yoldan gitmek istemiyorum. O yoldan yürümedim yürümeyeceğim de, benim için bana gelen seyirci eğlenmeli mutlaka ama bu eğlence hadi bakalım hop eller havaya falan değil de, eğlenmeli, yaşama sevincini almalı içine. Fakat bir taraftan da düşünmeli yani sadece doksan dakika bu oyun, doksan dakikalık bir süre değil de dokuz gün düşünsün oyunun üzerine istiyorum. Orhan Veli nasıl yaşamış, ne yapmış falan yoksa hadi bakalım eğlenelim çok güzel falan öyle projelerimde var tabi, çok kolay tüketilecek projeler var gidiyorsun, eğleniyorsun bitiyor. Oyun dediğiniz şey bir insanı yormalı, bilmediği şeyler de olmalı, araştırmalı, çünkü bu bir alışveriş. Benim bunun için çok çaba sarf etme nedenim ben seyirciyi çok zeki buluyorum, seyirci benden zeki ve oraya gittiğimiz zaman en basit algı üzerinden gidemem. Ben algımı maksimum seviyeye çıkartmak zorundayım ki, o seyirci çok değerli, o bilmeli ki, ben onlar için çok çalışıyorum, çok titiz davranıyorum, küçücük bir ses için bile haftalarca çalışıyorum, bir cümle için haftalarca çalışıyorum; bunu söylediğin zaman zaten seyirci anlar. Seyirci ya zaplar ya seyreder. Zaplanan olmak istemiyorum.
-“İyilik yapmak, iyi insan olmak” kavramı hayatınızda hep ön planda. Röportajlarınızda da çokça dile getiriyorsunuz. Sizce son on yılda iyilik anlayışında neler değişti?
R.Ö- Bana yakın olan, bana biat eden insanların iyilik düşüncesinden tamamen uzağım. Bana sadıktır, muhalefet edip karşımda dimdik durarak benim hatalarımı, yapmak istediklerimi daha iyi evirecek, benim bilmediğim bir yoldan anlatacak insanlarla çok mutlu oluyorum. Çünkü hiç kimsenin iyiliği benimkinden daha az değil, hiç kimsenin vatan sevgisi benimkinden daha az olamaz, hiç kimsenin yeşil sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi benimkinden az değil bir başkası da var bir başkasının varlığını kabul ediyorum. Bir başkasının benim gibi biri olduğunu düşünüyorum, başka bir şey değil, onlar ve bizler diye ayıramıyorum. O yüzden dünyanın neresinde olursa olsun yaşayan her canlının birbirinin bir parçası olduğunu ve hepsinin bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Birbirini dili, dini, ırkı yüzünden sorgulayan ve kini yüzünden birleştiren düşüncelerin hepsine karşıyım, hastalıklı buluyorum. O yüzden bazı ülkeler var bayılıyorum; Kanada’da mesela ilk gittiğim de bana bir tane İspanyol ırkçılığı anlatmıştı orada, sınıflarında bir Kızılderili varmış o yüzden bir aile çocuklarını başka bir sınıfa almak istiyormuş çünkü onlar pis demiş. Aileyi olduğu gibi götürüp akıl hastanesinde bir hafta tedavi etmişler, tedavi edilen bir şeymiş ırkçılık o yüzden suç olarak kabul ediliyor. Yani medeni olmanın beş temel kuralı var onu gördüm o da şu; birinci sıraya çocukları koyuyorsun, ikinci sıraya kadınları koyuyorsun, üçüncü sıraya doğayı ve yeşili koyuyorsun, dördüncü sıraya yaşlıları koyuyorsun, beşinci sıraya kendini koyuyorsun. Bunu yapan ülkelerin hepsi çok medeni. Gelelim, bir gün Anadolu ki, Anadolu böyle bir yermiş anaerkil topraklardan geliyoruz biz, topluluklardan geliyoruz. Nasıl oldu feodaliteyle ataerkil, bu kadar pespaye bir ataerkilliğe dönüştü onu bilmiyorum. Ama vicdan diye bir şey var, var biliyorum vicdan diye herkesin vicdanı en az benim kadardır ve böyle olmaması gerektiğini biliyorum yani olmadığını biliyorum. Ben de herkesi sevmiyorum çok net ama herkes herkesin yaşama hakkına saygı göstermek zorunda. Ben birilerinin yapmış olduğu resmin, heykelin içine tüküremem, onlar zamanında böyle yapmıştı şimdi ben de onlara böyle yapayım rövanş zihniyetim yok, ben kimseden bir şeyin rövanşını almam. Çünkü yemin ederim, ben şuna inanıyorum, yıllar önce İsveç başbakanı söylemişti; ‘Bir sınırda, bir askerin burnunun kanamasından daha değerli değildir, bir sınır göstergesi, haritada gösterilen bir gösterge.’ Sınırdaki bir askerin burnunun kanamasından daha değerli değil demişti. O zaman biz de başka türlü bir düşünce vardı tabi, yani aa demiştim ne güzel bir düşünce, ne kadar naif bir düşünce ama yani Yunanistan’a gidiyorum hepsi bizim gibi yani sana, bana benziyor bizim gibi çünkü nasıl farklı olabilir ki arada bir su var sadece eğlence anlayışları aynı bilmem ne, çok dindarlar, feci dindarlar Ortodokslar, kalmış mı böyle sevgiyle, orada da sevgiyle sarılıyorlar. Dolaysıyla biz ülkemizin yüzünü kara çıkartacak bir şey yapmıyoruz. Daha güzel günlerde daha iyi şeyler yapabilmek için, görebilmek için, daha iyi çocukların daha özgürce daha saçma sapan hareketler yapabilmesi için bir şeyler yapıyoruz. Kötü bir şey değil bu, kötü bir şey değil...
-Seyircilerin genelde hiç vazgeçemedikleri bir huy vardır. Oyuncu, bir dizide veya filimde çok sevilen bir karakteri oynarsa her zaman seyircinin bilincinde öyle anılır. Bu durum bazı oyuncuları rahatsız ediyor, sonuçta birçok karaktere can veriyorlar fakat tek karakter olarak akıllarda kalıyorlar. Bunu nasıl karşılıyorsunuz? Sizin yok sanırım.
R.Ö- Ben hep git geller yaşıyorum o anlamda, çünkü ben karakterle yolculuk yapıyorum. Bir karakterle ilgili bir derdim varsa onu kabul ediyorum. Şükür seçme şansım var şu anda ama daha ne kadar böyle sürer bilmiyorum. Bir karakteri iyi oynadığınız zaman, seyirci onu alıyor yani iyi oynamaktan kastım da, rolde çalıştığınızı gösterebiliyorsanız, sizinle birlikte gözünüzde, nefesinizde, teninizde yaşıyorsa, durduğunuz anda bu karakteri taşıyorsanız seyirci zaten bunu alıyor. Bir sonrakinde de sürpriz bekliyor, bir sonrakinde de yine aynı titizlikle çalışıyorsanız iyice artık kabul ediyor. ‘Aaa bu adam oynarsa seyredilir’ diyor. Bir süre sonra tabi şöyle bir baskı oluyor; şehir efsanesi haline geliyorsunuz oysa bazen iyi işler yapmıyorsunuz, biliyorsunuz yapmadığınızı, bu önceki kadar iyi olmadı ama seyirci onu da anlıyor. O zaman vicdanen çok büyük bir rahatsızlık, yani kötü yaptığınız zamanda eleştirsin istiyorsunuz, kötü yaptığı zaman kötü eleştirsin, iyi yaptığın zaman iyi eleştirsin bundan daha doğal bir şey yok. Ben de insan olarak kabul edeyim bunu yani düşünsene doksan dakika boyunca, seksen dakika hiç oynamamışsın hoca seni dışarı çıkartıyor, sen de el kol hareketlerinle “noluyor lan” diyorsun. Öyle bir dünya olmasın istiyorum. Yani bugün kötüydüm özür dilerim demesini bilmek gerekiyor. Zaman iyi, niyetimiz iyi, niyetimizle ilgili bir sıkıntı yok ama her zaman niyetiniz yetmez bir rol için. Yaşanmışlık ister, araştırma ister, senleştirme ister, senin kondüsyonunun ve fiziğinin onun için yeterli olması gerekiyor ve çalışma alanı, şımarma alanı bulman gerekiyor, konfor olması için bunları her zaman bulamayabilirsin ama bulmuşsun gibi davranılması hoşuma gidiyor.
-Ülkemizde son yıllarda ciddi bir beyin göçü var yani hep vardı aslında ama son zamanlarda istatiksel olarak hızlı artış var. Sizce giden o zeki insanlarımızı nasıl geri getireceğiz veya geri getirebilecek miyiz?
R.Ö- Bilim, kültür, sanat bilmediği topraklardan her zaman kaçmıştır, saygı duyduğu topraklara gitmiştir. Saygı duyup göstermeye başladığımız zaman geri gelecekler, saygı göstermediğimizi anlamamız gerekiyor öncelikle. Bugün Türkiye’de %70-%80 ekonomik yapısı fena olmayan çocuklar, pasaport alabilecek durumda olan çocuklar diyeyim ekonomik yapıyı da öyle özetleyeyim anlayabilirsiniz. Bu ülkede eğitim almak istemiyorlar ve gidip gelmek istemiyorlar ama gidip gelecekler. Çünkü bizim başka bir yerimiz yok eğer babanın, dedenin mezarı bu topraklardaysa senin gidecek yerin yok. Burada mücadele etmek zorundasın, mücadele etmek zorunda olmak bile korkunç bir şey. Çünkü kötü bir şey yapmıyorsun sadece bizden değilsin ya da onlardansın gibi ayrımlar yüzünden saçma sapan kariyer, yahu bu hayatta kimse kaderini, kariyerini belirleyemez herkes niyetini belirler başka hiçbir şey belirleyemezsin, niyetin seni bir yerlere götürür ya da götürmez. Bizim çocuklarımız çok iyi çocuklar, çok saygılı çocuklar, bizden daha zekiler, bizden daha iyiler, daha az hırpalandılar ama bu çocuklara saygı göstermek lazım. Bu çocuklar, yemin ederim bir çocuk meclisi kuralım bu yaşlı meclisini otuz kere geçer. Yaşlıları zengin ve patron. Bu meclisten, bak partiler değil, meclisin hepsinden kurtulmamız gerekiyor. Bu düşüncedeki herkesten. Onlara sorduğun zaman çok iyiler kötü olduklarının farkında değiller. Onlara kötü olduklarını sanat gösterebilir, sanatçı gösterebilir ama nasıl gösterebilir onun dilini nasıl, onları da incitmeden nasıl anlatabiliriz bilmiyorum. Her geçen gün bekliyor, gitmek istiyor çocuklar. Çocukları boş ver, kalifiye artık çok iyi gelişmiş elemanlar gitmek istiyor, büyük yöneticiler bir on dolar daha biriktireyim, gideceğim diyor ve gidiyor. Eskiden de bu bitmezdi hani gideceğim derlerdi ama laf da kimse hiçbir yere gitmezdi. Ama artık gidiyor herkes gözünü kapatıp gidiyor.
-Peki sizin oldu mu hiç gitme gibi bir düşünceniz?
R.Ö-2016’ya kadar vardı. 2016’da babamı mezara defnettikten sonra ben, bu topraklarda gömüleceğim bildim. Yani o yüzden gidiyorum, gitmek istiyorum tabi ki, ama niye gitmek istiyorum? Gidiyorum benim burada ürettiğim ‘Bir Garip Orhan Veli’ oyununu, Orhan Veli’yi bütün dünya tanısın istiyorum. Bu ülkenin, yazarlarının ürettiği şeyleri dünyaya sunmak istiyorum. Bu onlar için de çok büyük şans. Yazarlarımızı görmeleri, tanımaları gerekiyor. Bu ülkenin her yeri güzel Mardin, Diyarbakır yaptım. Şimdi Antalya ,Isparta ,Burdur yapıyorum, Denizli’ye gideceğim. Tunceli’ye gideceğim, Ovacığa gideceğim. Oralarda oynayacağım. Hakkari ‘ de oynayacağım, Van’da oynayacağım, Tatvan’da oynayacağım, Kars’ta oynayacağım, Artvin, Ordu, Sinop, Bartın, Zonguldak hepsinde oynayacağım. Bu devlet tiyatrosu kökenli olmanın getirdiği bir şey var ama ben devlet tiyatrosuyla sadece protokole oynadım şimdi halka oynuyorum yani arada çok büyük fark var. Gidip halkla burun buruna geliyorum, nefes alıp veriyorum, çok farklı yerlerine reaksiyon geliyor biz böyle güzeliz. Farklı olmamız güzelliğimiz. Anadolu farklılıklarını öne çıkartarak ayrıştıran değil, benzerlikleriyle birbirine yakınlıklar kuran bir topluluk. Bunu kullananlar kötü siyasetçiler tam tersi, bizim benzerliklerimiz var ve o benzerliklerimizle kardeşiz.
- Son dönemde Türkiye, yabancılara mesken satacak konuma gelmiş durumda, Avrupa ülkelerinin vatandaşlık konusunda çok katı olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat bu konuda ülkemiz çok esnek davranıyor neler düşünüyorsunuz?
R.Ö- Ben burada tabi ki, biraz farklı düşünüyorum. Bu sınırlar kaldırılmalı bana sorarsan, evet dünyanın herkese açık olması, pasaport olmaması, vize olmaması, insan istediği yerde konaklamalı. Biz ki konargöçer beylerden geliyoruz biliyorsunuz hepimiz ve konargöçeriz. İçimiz rahat etmez biraz Isparta’dayız, biraz Burdur’dayız kendimize yer belirlemişiz orada konaklamışız. Ama bir süre sonra da gitmişiz. Orta Asya’dan kalkıp buralara gelmişiz burayı yurt tutmuşuz. Şimdi de kalkıp da adam orada acı çekiyorsa, işkence görüyorsa, ailesiyle burada yakınlık kurduysa, niye gelmesin bence gelsin. Kolaylık da sağlansın ama biz de gidelim oradan tutalım, ben de isterim yani Hırvatistan’ın bir kasabasına gideyim de orada yavaş yavaş Hırvatça öğreneyim. Onlar da ırkçı ama ben bu topraklardan kopamam ki. Sıkıntı şu; böyle mi oluyor? Yoksa orada bir takım buyruklar altında çalışıp, o buyrukları yerine getirerek orada bir sürü sorun çıkartan adamlar buraya mı eviriliyor? Eğer böyleyse çok kötü bir şey çünkü o adam burada da aynısını yapacak, burada da sorun çıkartacak. Bunu bilemiyorum, niye geliyor ki adam, niye geliyor yani aklıselim düşünelim. Suriye’den ilk gelenler nasıldı Türkiye’yi ara gösterip Yunanistan üzerinden Avrupa’ya gidiyordu. Çünkü daha müreffeh bir hayat var orada oraya gitmeye çalışıyordu. Niye buraya geliyorlar git İngiltere’de taksicilik yap. Sen İngiltere’de İngilizce sınavına girmeden al da göreyim ya da Hollanda’da Dutch öğrenme de al nasıl alıyorsun vatandaşlığı. Sadece onun dilini öğrenmiyorsun o kraliyet ailesinin tarihçesini öğreniyorsun, İngiliz tarihini öğreniyorsun, coğrafyasını öğreniyorsun, oradaki Derebeylerinin ne halden ne hale geldiğini öğreniyorsun. İşte orada monarşi var, o monarşinin içinde senin ne olduğunu ifade edeceksin ondan sonra jüriye gideceksin. Ama biz de bir gün önce geliyor Türkiye’ye evini alıyor, vatandaşlığını alıyor 3 gün sonra Hollanda’da yaşıyor nasıl oluyor? Bunları anlamıyorum, buralarda soru işretlerim var. Acaba bir Türk onun ülkesine gitse bunu yapabilecek mi yani Fas’a gitsek bunu yapabilecek miyiz? Onu bilemeyiz işte geliyor mu getiriliyor mu? Çünkü sadece Türkiye ile alakalı, Türkiye’nin yapabileceği bir şey değil süper güçler var, Rusya’sı var, Amerika’sı var, Güney Kore’si var bilmem nesi var artık süper güçleri biliyoruz artık G8 mi yapıyor bunu bize? Buralarda soru işaretlerim var ama Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlettir zaten bunu öngörebilecek korunma sistemleri vardır. Bu ülkenin istihbarat teşkilatı var, polis teşkilatı var başka bir sürü şeyi var yani elbette benden daha iyi biliyorlardır. Yani ben o konuları bilmiyorum ama şüphelerim var. Ama bu şüphelerimi ekarte etmek için de kimsenin bir şey yaptığı yok.
-Son olarak çok teşekkür ediyoruz bize zaman ayırdığınız için. Sizinle sohbet etmek çok keyifliydi.
R.Ö- Ben teşekkür ederim. Benim için de keyifli bir röportaj oldu.

Comments