top of page

İlyas Salman ile Sanat Üzerine Röportaj

  • Writer: Murad Salamov
    Murad Salamov
  • Nov 12, 2024
  • 19 min read

Updated: Nov 17, 2024

- Öncelikle binlerce okurumuzun selamını, sevgisini ileterek başlamak istiyorum. Sizinle röportaj yapacağımız duyurusunu paylaştıktan sonra yüzlerce okur selamını, sevgisini iletme sorumluluğunu verdi bana.

İ.S: Eyvallah. Çok sağ olun. Teşekkür ederim.

- Hala devam etmekte olan ciddi bir salgın sürecinin ağır dönemlerinden geçtik. Bazen bazı şeyler yasaklandı daha sonra evde kalmak zorunda kaldık. Şimdi yavaştan normale dönmeye başladık. Bu süreçte neler yaptınız?

İ.S: Bu süreçte ben mümkün olduğu kadar sağlık kurallarına uydum, sağlığımdan çok korkan bir adamım, ben hastalık hastasıyım İngilizler “hipokondriyak” derler. Geçmişteki olaylardan olsun, ülkenin içinde bulunduğu olaydan olsun, salgınlardan dolayı olsun, benim çocukluğumdan bu yana yaşadığım bir ölüm korkusu var. Hastalık hastasıyım ben. Mesela gecenin üçünde, dördünde kendime bir hastalık icat eder hemen hastaneye giderim. Kan kanseri olurum birdenbire, beyin tümörü olurum, kolon kanseri olurum falan. Küçük hastalıklarla yetinmem zaten. Mutlaka öldürücü bir hastalığı icat ederim kendime gider görünürüm. Bu pandemi döneminde daha çok evimde oldum. Zaten bir dizi vardı. Gain TV’ye çektiğimiz bir dizi. “Duran” diye bir dizi. Ben orada Hakkı diye bir karakteri oynadım. Bir eski boksör boks salonu açmış. Gençlere boks öğretiyor. 15 Ocakta gösterime girecek. Bitti çekimi. 8 bölümün çekimini bitirdik. Dizinin çekimi dışında evdeydim açıkçası. Okudum yazdım ya da televizyon seyrettim. Eşimle okey oynadım. (Gülümsüyor…)

- Okumaktan konu açılmışken edebiyata çok bağlı insan olduğunuzu biliyoruz. Boş zamanlarınızda ne tür kitaplar okursunuz? Kütüphanenizden ve sevdiğiniz kitaplardan bahseder misiniz?

İ.S: Mesela en son okuduğum kitap Eduardo Galeano diye bir yazar var onun ‘Latın Amerika’nın Kesik Damarları’ isimli kitabını okudum. Ondan sonra William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” diye bir kitabı var insanın vahşete doğru sürükleyen duyguların hikayesini anlattığı bir yapım. Yani bencilliği, canavarlığı kötülüğü nasıl öğrenir insan onu anlatıyor. Bir ıssız adaya bırakılmış 10,15 tane çocuğun giderek nasıl hayvani yönlerinin ortaya çıktığını anlatıyor. Onun dışında “Türk Solu” diye bir dergi var ona 15 günlük yazı yazıyorum. 4 kitabım yayınlandı. 1 tanesi şiir kitabım “Hasretim Sansürlüdür”. Ondan sonra “Kırmızı Beyaz” diye bir kitabım var. Atatürkçü çizgide yazılar yazıyorum açıkçası. Ben Kalpaksız Kuva-yi Milliye’ciyim açıkça söylüyorum. Yani Mustafa Kemal hastasıyım.

- Peki şairlerden kimleri okursunuz?

İ.S: Hasan Hüseyin Korkmazgil gecekondularımızın şairidir. Enver Gökçe onurun şairidir. Nazım Hikmet evrenin şairidir. Yani bütün dünyanın şairidir. Çağlar ötesi bir şairdir. Ahmed Arif dağlarımızın gerilla şairidir. İkinci yeni şairlerini çok severim. Cemal Süreya’lar, Edip Cansever’ler vs... Abdurrahim Karakoç’u da okurum yani sağın şairlerini de okurum. İsmet Özel’i de okurum ben. Bu da iyi şiir yazdıkları için. Şimdi inkâr edilemez adam sağcı diye yazdığı şiir kötüdür demek çok bencilce bir düşüncedir diye düşünüyorum. İsmet Özel çok usta bir şair ama dünyaya yanlış bir pencereden bakıyor ne yapalım? Olsun zaten Aşık Veysel bile demiş ya “İnsan kısım kısım yer damar damar” …

-Az önce kitaplarınızdan bahsettiniz. Geçenlerde araştırma yaparken dikkatimi çekti şu an hiçbir sitede baskısı yok kitaplarınızın. Tekrar baskıya girecek mi?

İ.S: Baskıya girecek çünkü her biri en az 20 baskı yaptı. Ben birçok kitap fuarına katıldım. Edremit’te, Adana’da, Mersin’de , Antalya’da, İzmir’de, Ankara’da. Şu anda baskısı bitti basacaklar fakat bu pandemi döneminde yayınevleri de bunalıma girdi. Açıkçası ülke bunalıma girdi daha doğrusu. Kâğıt fiyatları arttıkça matbaa fiyatları arttıkça mecburen kitaba yansıyor o. Tepemizdeki insanlar okumadıkları için okumanın ne anlama geldiğini, ne kadar pahalı olduğunu bilmiyorlar açıkçası.

- Okuyanların da okumaması için yapılıyor gibi sanki?

İ.S: Kesinlikle yapıyorlar. Zaten cehaletten besleniyorlar açıkçası Türkiye’nin en cahil kişileri oy veriyor onlara. Ben, şimdi bir mahkemem var onunla yargılanıyorum. Bu akılsız millet dedim, Tayyip'e oy vererek ödüllendirdi o ödülü kötü kullandı dedim. Onun elinden ödül almam benim için utanç verici bir şeydir dedim. Beni mahkemeye verdiler Mart ayının ortalarında filan mahkemem olacak. Benim umurumda değil. “Hapishane seni yapan kör olsun” diyor şair. Büyüğü mü küçüğü mü hangisi? Silivri küçük hapishane, Türkiye büyük hapishane. Hangisinde yatarsan yat. Tercih sana kalmış bir şey.

- Her vatandaş özgür fikrini açık bir şekilde açıklama hakkına sahip. Muhalif bir kişi olarak özgürlük çerçevesinde kullandığınız ifadeler, “Türk milletini aşağılama” suçuyla dava açılmasına sebep oldu. Bu konuya aydınlık getirmek ister misiniz?

İ.S: Ben şey diye düşünüyorum. Ben halkı sevmediğim için değil, çok sevdiğim için söylüyorum, cahilliğini başına vuruyorum. Çünkü Aristoteles “İnsan düşünen hayvandır” diyor. Düşün binlerce yıl önce söylemiş Aristoteles bunu halbuki çok geç kalmış bir düşünür. İnsanın düşünen bir hayvan olduğu yüzbinlerce yıl önce belli yani Homo Sapiens çağından bu yana belli. İnsan düşünen bir hayvan değil, seçmesini bilen bir hayvandır. 2022 yılında düşünün önce oy veriyor ondan sonra küfretmeye başlıyor o zaman niye oyunu düşünerek vermiyorsun? Ben şimdi küçük insanlarla fazla uğraşmak istemem yani. Bir gün bu ülke rahata erecek. Çünkü dünyanın her tarafını dolaştım, bunların hepsini yazın lütfen. Dünyada gitmediğim ülke kalmadı. Çin’e, Amerika’ya, Kanada’ya, Avusturalya’ya gittim. Düşünün 22 saat okyanusun üstünde uçuyorsun. Avrupa’da dolaşmadığım ülke kalmadı. Doğu’da dolaşmadığım ülke kalmadı. Ama Türkiye kadar güzel memleket görmedim ben. Ama Türkiye kadar da kötü kullanılan memleket görmedim. Yeraltı yerüstü zenginlik kaynakları olarak değil 80 milyonu 800 milyonu gayet rahat besleyecek bir milyar, iki milyarı gayet rahat besleyecek bir toprağın sahibiyiz. Ama bunun üstündeki insanlar mutlu değilseler. Bu yönetim hatasıdır. Seçtikleri insanların hatasıdır bu. Bunu kabullenmek lazım yoksa ben bu ülke halkını sevmesem bana İsviçre, Almanya, İngiltere, Japonya gel iltica et seni krallar gibi yaşatalım dediler, ben dedim ki İstanbul’un çamurunu bana kim verecek, ben bu ülkenin dışına çıktığım zaman çamurunu bile özlüyorum. O halde ben bu sözleri halkı sevdiğim için söylemişimdir sevmediğim için değil. Daha akıllı davransınlar daha iyi seçsinler insanları refah içinde yaşarlar bu ülkenin insanları. Tarım diye bir şey kalmadı bu ülkede. Biz bir tarım ülkesiydik aslında Mustafa Kemal döneminde Mustafa Kemal kendisi traktöre binip kendine ait orman çiftliğinde çiftçilik yapmıştır. Ama şimdi düşün buğdayı Rusya’dan alıyoruz.

Şöyle bir şey var bir sanatçı olarak. Üç maymunu oynamak zorunda değilim. Ayrıcı üç maymunluk utanç verici bir şeydir. Sanatçı yapısı gereği muhalif olmalıdır. Ortalıkta bir haksızlık varsa ve kör bakıyorsan sen yaşamıyorsun demektir. Yaşıyorum diyebilmek için mesela, Pablo Neruda Nobel aldığı kitabının adını “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” diye koymuş. Yaşadığımızı itiraf edebilmek için, yaşamın her noktasında kim dertli, sancılı, aç, yoksul, yetim, baskı altında, özgürlüksüz onları görmeden yaşamak mümkün değil. O zaman ot gibi yaşarsın yani. Şair der ya:

Yaşamak, sade "yaşamak"

Yosun, solucan harcıdır.

Öyle açar ki murat.

Susuz, güneşsiz de kalsa, koparılsa da

Şavkı, bulut güllerinden daha bir suna,

Daha bir burcu - burcudur.

Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı

Macera değil

Sardığım toprağımın altın sabrıdır.

O sert, erkek hüznüdür lahza başında

Cıgara değil.

Ve sevgilim uykusunda bağrır

Aman aman hey...

Meltemin bir tadı, ustura ağzı

Biri, kız memesi, tılsım,

Yağmurun bir damlası süzülmüş küfür,

Bir damlası, aşk.

Senin uykuların hayın,

Düşlerin kardeş.

Duyar mısın, anlayıp sızlar mısın ki?

Gece, samanyollarında rüzgâr çıkıncaya dek,

Mısralarım kardeş - kardeş çağırır

Aman aman hey...

Serabın bir sonu vardır,

Ufkun, sıradağın sonu.

Uçarın, kaçarın bir sonu vardır

Senin sonun yok.

Mandaların, kavakların pazarı olur,

Senin pazarın olamaz.

Sensiz nar çatlamaz, bebek “gııı” demez.

Beni böyle şair, divane etmez,

Kızımın çatal göğsü.

Senin yüzün suyu hürmetinedir

Buğdaylara, cevizlere yürüyen

Kara toprağın ak südü...

Yani insanın pazarı yok ki satılsın alınsın. Ya da insanlığın pazarı yok fiyatı yok, olamaz. Fiyatı olmayan şeylerin başında sevgi gelir. Ülkeni seviyorsan ülkenin içinde bulunduğu sıkıntıları da görmek zorundasın ve ona karşı bir tavır koymak zorundasın.

- Şahsi düşüncem bu yönde. Genelde konuşanlardır bu memleketi sevenler. Kanıtlanmış bir tespit bence. Sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerde sevgiden bahsedemeyiz bile.

İ.S: Sevgili oğlum, bir tane atasözümüz vardır, bazı atasözlerini hiç sevmem açıkçası. “Söz Gümüşse Sükût Altındır” derler. Ben söz gümüşse sükût tenekedir diyenlerdenim. Şairin dediği gibi “Susarsam Sen Matem Et”

- Eskiden size “nasılsınız?’’ diye sorduklarında, “Türkiye gibiyim” derdiniz. Ama son zamanlarda “Türkiye’den daha iyiyim” diyorsunuz. Ne gibi şeyler İlyas Salman’ın düşüncesini Türkiye’den daha iyi olduğu kanaatine getirdi?

İ.S: Bir kere Türkiye ortalamasının üstünde okumuş bir insanım açık söylüyorum bir de okuduğunu anlayan bir insanım. Şimdi Recep Tayyip diyor: “Türkiye de okur yazar oranını %90 a çıkardık”. Atatürk zamanında diyor %5-10 arasında değişen bir barem vardı diyor. %5 insan okur yazardı diyor. Şunu düşünmüyor; Atatürk zamanında %10 olan %5 olan okur yazar oranı okuduğunu anlayanların sayısıydı %5 %10. Şu anda %90 a çıktı ama %1 i bile okuduğunu anlayamıyor. Yani okumuş cahiller yetiştiriyoruz açıkçası biz. Kitapsız cahiller. Hani Nazım diyor ya:

Her duvardan atlamayı kesmez senin gözün

ve her fikrin açılmaz kapıları

maymuncuğuyla Cingözün…

Okuman lazım evlat.

Evirip çevirmeyi, göze girmeyi, falan filan

bırakıp

okuman…

Bir düşün oğlum,

bir düşün ey yetimi Safa,

bir düşün ve benden öğren ki son defa :

FİKİR dediğin

şeyin.

Karabet ustanın uduna benzemez suratı.

O , ne şapırtılarla çiğnenen bir sakız,

ne ‘Vatan-Silistre’de Abdullah çavuşun tiradı,

ne de ‘Bir Akşamdı’da müteverrim bir bayan ilacıdır.

Bu ata atlayacak yürek

ve bu kabzaya bilek

gerek

Yani okumanın, okuyup anlamanın ne demek olduğunu anlatıyor bize. Bugün düşünün cehaletimizden dolayı yeni bir şey icat edemiyoruz. Mesela şu cam sehpayı kaplayan boya, televizyon, plastik kumanda aleti, bisiklet, araba, uzay aracı bırak bunları bir kürdanın bile bulucusunun altında ülkemizin insanının imzası yok. 600 yıllık Osmanlı tarihinde bir tek tuvaleti bulmuşlar.

 - Kesinlikle katılıyorum. Kendi okuduğum üniversiteden örnek vereyim. Yaklaşık 85 90 bin öğrencisi var. Fakat 90 bin öğrenciden en fazla bin kişi okuduğunu anlıyordur. Çoğunluk üniversiteyi aileden veya aile baskısında kaçış pasaportu olarak görüyor. Ve okumak için değil, sığınmak için geliyorlar genelde. Şunu sormak istiyorum sorgulamıyoruz, bir şeyler üretemiyoruz bunun temel sebebi ne sizce?

İ.S: Korku. Korku imparatorluğu yarattılar. Baskı var. Örneğin bugün şu anda en az 250 300 gazeteci var düşüncesi yasaklanan hapishanede yatan… Üç darbe yapıldı bu ülkede, yalnız 1961 darbesini ben çok fazla darbe olarak görmüyorum. O tamamen başka bir şeydi yani Türkiye’nin Amerika’ya pazarlanmasına karşı çıkan Atatürkçü generallerin yaptığı bir darbeydi. O yüzden ben onu darbe olarak görmüyorum. Fakat 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu ülkede okumuş yazmış, değerli, solcu, demokrat insanlara karşı yapılmış darbelerdir. Ve bu darbeler insanları okumaktan uzaklaştırmak için yapılmıştır. Çünkü babalarımız bize, “okuyunca doğruyu söyleyeceksin, doğruyu söyleyince hapishaneye gireceksin” derlerdi. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar, onuncu köyünde kapısını kapatıyorlar, ortada kalıyor. Zaten Fakir Baykurt “Onuncu Köy” romanını onun için yazmıştı.

- Şimdi İlyas Bey insanların korkuları var, düşünemiyorlar, sorgulayamıyorlar ama sonuçta insanoğlunun da düşüncelerini savunma dürtüsü de vardır. Sanırım bunu bir şekilde yıkıyor insanlar ben böyle düşünüyorum. Peki ya sizce?

İ.S: Evet yavaş yavaş kırılıyor oğlum. Ben size yaşamdan bir örnek vereyim anlarsınız. Doğrular yaşamda çok daha karşılığını bulmaya başladı. Burada evin hemen yanında iki tane AVM var adlarını söylemeyeceğim reklama girer. O iki AVM’ye giriyorum her gün akşam üzeri alışveriş yapmaya. Bundan 3 4 ay kadar önce gittim yine alışveriş yapmaya. Marketin içerisinde dolaşıyorum, böyle bir çirkin sakallı biri beni takip ediyor. Açıkçası korktum biraz. Çünkü ben bu arada ölümle de tehdit ediliyorum. PKK ayrı bir yerden tehdit ediyor, İŞİD ayrı taraftan, “Müslüman Kardeşler” ayrı tehdit ediyor. Ben de MİT’in koruması altındayım. Velhasıl peşimden geliyor en sonda gelip omuzuma dokundu “İlyas Bey size bir şey söyleyebilir miyim?” dedi. Buyur dedim. Dedi ki: “Ben senden nefret ediyordum, bizim reise laf ediyordun. Ben dört sefer bu adamın Müslümanlığına, inancına inandım oy verdim. Fakat o benim Tanrımı satılığa çıkardı sattı, dini pazara sürdü. Sülalemde 1500 2000 oy var. Biri oy verse bir daha artık onunla konuşmam”. Yani insanlarımız geç de olsa uyanmaya başladı. Çok geç oldu 20 yıl hüküm sürdüler Türkiye’de. Ama Nasreddin Hoca’nın, Pir Sultan Abdal’ın, Şeyh Bedrettin’in, Nazım Hikmet’in en önemlisi Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkesinin insanları bir gün mutlaka uyanacaklardı ve uyanmaya başladılar. Bu önümüzdeki seçimlerde de bunun semeresini göreceğiz. Şimdiden seçimlere hazırlanıyorum ben de adaylığımı koymak istiyorum. Ya TKP’den ya da CHP’den koyacağım adaylığımı henüz onun kararını vermedim. Benimde o kürsüde söyleyecek sözüm var kardeşim. Meclise girersem ben maaş alıp yan gelip yatmak için girmeyeceğim. Bir kavganın “nefer”i olacağım.

- Bence meclisimizin de sizin gibi aydınlara ihtiyacı var.

İ.S: Eyvallah. Biz karanlık aydınlarız aslında. Korkularımıza, kaygılarımıza pis bahaneler uydurmayı çok severiz. Onun için sosyal demokratlara şunu söylüyorum: Her gün isterseniz milyonlarca kişilik miting yapabilirsiniz. Yapmak zorundasınız. Şu anda sadece 128 milyar dolara takılıp kalmışlar. Doğru dürüst muhalefet yapamıyorlar.

- Hocam az önce “Ben sürekli tehditler alıyorum” dediniz. Dikkatimi çekti. Bunlar böyle sosyal medyadan veya telefonunuza atılan tehdit içeren mesajlar mı yoksa yolda birileri tarafından yolunuzun kesilip de edilen tehdit mi?

İ.S: Şimdi şöyle bundan on yıl önce MİT geldi bana. Şeyin PKK’nın Apo’nun fedaileri grupları, hizipleri… Ondan sonra Müslüman Kardeşler İŞİD falan. Biz araştırıyoruz öğreniyoruz seni ölümle tehdit ediyorlar dediler. Nasıl koruyalım seni dediler. Bir yakından koruma vardır kapıya polis koyuyorlar beni koruyacak, ben kapımda polis istemedim, bir de çağrı üzerine koruma vardır. Ben onu istedim. Yani telefon ediyorsun koruma müdürlüğü bana adam gönderiyor. Örneğin kitap fuarına gidiyorum koruma amirliğine söylüyorum onlarda bana bir tane koruma gönderiyor. Ben onun güvencesiyle kitaplarımı imzalıyorum.

- Peki hiç dışarda saldırmaya çalışan birileri falan oldu mu?

İ.S: Yani telefonla tehdit edenler oldu, yolda etrafımı kesip tehdit edenler oldu. Dövdüler beni bir keresinde.

- Dövdüler mi ?

İ.S: Tabi canım.

- Ne zaman?

İ.S: 2 3 yıl önce.

- Siyasi görüşten dolayı öyle değil mi?

İ.S: Siyasi görüş tabi canım. Kolumun altında “Mahir Çayan’ın Bütün Yazıları” bir de “Cumhuriyet” gazetesi vardı. Onu görünce Üsküdar Meydanı’nda saldırdılar bana.

- İlginç. İnsanlar çekinmeden, korkmadan nasıl böyle bir saldırı gerçekleştiriyorlar anlayamıyorum.

İ.S: Çekinmiyorlar doğru ama biz de yaşamımızdan korkuyoruz. Ben şimdi şunu söylüyorum yani ben herkes kadar korkak herkes kadar cesurum. Ölümden kim korkmaz. Ben korkarım. Ama ölüm korkusu var diye ben onurumu ayaklar altına alan dünya görüşünün özgürce ortalıkta dolaşmasına göz yummam. Hani Ahmed Arif der ya: “Yaşamak, sade yaşamak, yosun solucan harcıdır.” Yani biz yosun, solucan gibi değiliz ki yaşamak için var olalım. 

Dünyada artık Alevi, Sünni, Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Rum, Amerikalı, Danimarkalı kalmadı. İki türlü insan var. Bir çalışan bir de çalan insan. Sen hangisindensin? Eğer çalışanlar çalanlar kadar cesaretli olursa bu düzen değişir.

- Umarız değişir hocam. (Gülümsemeler…)

İ.S: Değişecek. Hiç umudunuz yitirmeyin. Ben 71, 72 yaşına gelmişim umudunu yetirmemiş bir insanım. Siz daha gençsiniz şimdi umutsuzluktan bahsederseniz ben utanırım. (Yine gülümsemeler…) Buradaki varlığınız bile bana umut veriyor açık söyleyeyim.

- Teşekkür ederiz. Bunları sizden duymak gurur verici. Karşınıza geçip size soru sormak, sizden şiir dinlemek çok lüks bir şeyler bizim için.

İ.S: Bir şiir daha vardı onu da okuyayım. Bunu da pek kimse bilmez.

Aramayın beni başka yerlerde,

Küllenmiş mangalda yatan kor benim,

Pırlantadan taşan renk benim değil,

Heybedeki yeşil benim, mor benim.

Benim değirmenin önündeki yük,

Benim şu kıraçlar, şu koca höyük,

Zerreden ufağım, dağlardan büyük,

Acı soğandaki ince zar benim

Fukara çobanın işliğindeyim,

Çocukların bayram harçlığındayım,

Gelinlik kızların başlığındayım,

Rüzgâr benim, yağmur benim, kar benim.

Ben postta çökelek, pekmezde şıra,

Ben gazı tükenmiş isli bir çıra,

Bahçeye, bostana, taşa, bayıra,

Yorgun alınlardan düşen ter benim

Ne yapsanız ne etseniz nâfile,

Sinmişim kavala, mızraba, tele,

Emrah'ta coşkuyum, Yunus'ta çile,

Müşkül benim, çetin benim, zor benim.

- Ağzınıza, yüreğinize sağlık hocam. Çok teşekkür ederiz.

İ.S: “Bana ne”cilik kadar çirkin gördüğüm şey yoktur. Beni ilgilendirmez, bu benim derdim değil gibi laflar gündemimizden çıkmalı. Kars’ta ölen bir kedinin haberini aldığımızda İstanbul’da biz yas tutmalıyız. Ben Kars’ta bir kedinin öldüğünü duysam İstanbul’da yas tutsam beni duyarsınız. Çünkü ben kendimi belli ederim o acıyı yaşayarak. Bağırarak, çağırarak anlatırım. Susmam.

- Türkiye’nin en büyük mizah ustalarından birisiniz. Seksenlerin, doksanların mizah anlayışıyla, günümüz insanların mizah anlayışında ne gibi farklar var?

İ.S: Yetmişlerin, seksenlerin mizah anlayışında hayatın kendisi vardı. Şimdi hayatın dışına çıkıldı. Ne açlık konusu işleniyor ne cehalet konusu işleniyor ne de körü körüne inançlar konusu işleniyor.

 - Ben biraz daha boş mizahlar gözlemliyorum gündem mizahlarında.

İ.S: Tabii yani adam kalkıp ben Japonca biliyorum “orama koma burama ko” diyor ve bu da film oluyor. Halbuki bizim yaptığımız filmlerde hayatın kendisi vardı. Acısıyla tatlısıyla. O filmlerin hala seyrediliyor olmasının sebebi hayatla akraba olmasıdır. Zaten sanat hayatın kendisi değildir ama gibisidir. Sinema olarak düşünürsen sanat hayatın perdeye aktarılmasıdır. Hayatın damarlarından beslenmiyorsa onun adına sanat denilemez. Sanatın tanımını yaparsam şöyle derim. Sanat doğal ve toplumsal olayların belirli bir estetik ve mantık süzgecinden geçirilerek yeniden yaratılmasıdır. Hayatta karşılığı olmayan şeyin adına sanat denilemez. Mesela bir zamanlar “sanat sanat için mi yapılmalı yoksa toplum için mi yapılmalı” diye tartışılıyordu. Sanat, sanat için yapılıyor diyenlere şunu söylerim: Bir salon tutarsın, kapısını kapatırsın, içeriye de kendi resmini koyarsın her tarafına resimler birbirini izlerler, seyirci almazsın ve kapalı salonda sanat yaparsın. Sanat sanat içinse… Yapmak istedikleri bu olur o zaman. İnsanlara niye satıyorsunuz yaptığınız sanatı. Onların dertlerine derman olmuyorsanız eğer.

- Anladığım kadarıyla günümüz komedi filmlerini de izlemiyorsunuz.

İ.S: Yok. En fazla beş dakika tahammül ediyorum sonra bakıyorum gereksiz ağız göz oynatmalar, belden aşağı espriler, küfürler, affedersiniz gaz çıkarmalar. Utanıyorum canım oğlum ben bunları anlatmaya ama yapıyorlar işte.

- Çağdaş sinemamızda siyasi içerikli mizahlar nerdeyse yok diyebiliriz. Sizce bunun sebebi nedir? Otoriter baskıcı sistem mi yoksa sinemanın donanımsız kişilerin elinde olması mı?

İ.S: İkisine birden bağlamak lazım. Hem otoriter sisteme hem de sinemanın ehli olmayan kişilerin elinde olmasına.

- Nasıl birden böyle bir geçiş oldu?

İ.S: Darbe. Büyük darbeler bu geçişi hazırladılar. Çünkü düşünmek tehlikelidir, okumak tehlikelidir, şikâyet etmek tehlikelidir, hayır demek tehlikelidir. Hep evet diyeceğiz.

- Bir zamanlar sinema oyuncuları seyircilerinin gözleri önünde yaşlanırdı ama şimdi usta oyuncularımızın birçoğu yıllardır seyircilerinden uzak kalmışlar. Siz de epeydir gözükmüyorsunuz. Bunun sebebi absürt içerikli senaryo teklifleri mi yoksa hala siyasi duruş mu?

İ.S: Yine ikisi de var diyeceğim. Hem siyasi duruşumuz buna engel çünkü siyasetin başındaki insanlar siyaset yapmayın kardeşim diyor. Saçma sapan konular işleyin diyorlar. İsimlerini bile hatırlamak istemiyorum da şeyler vardı, “Maskeli Beşler” “Recep İvedik” “Oflu Hoca’nın Şifresi” bu tarz saçma sapan işler isteniyor onları yapıyorlar. Bir de tabii başta söylediği gibi siyasi otorite artık sanatın hayattan kopmak istiyor. Çünkü sanat en büyük silahtır halkın elinde. Kurulu düzene karşı çıkmak, devrimler yapmak için. Sanat kadar büyük silah olamaz. Avrupa’da Rönesans’ı yaratan sanattır, kültürdür, edebiyattır.

 - Size epey böyle absürt komedi film teklifleri de geliyordur.

İ.S: Geliyor tabii canım. Geliyor da ama niye yapayım. Şimdi bir zamanlar Türk sinemasında porno film dönemi yaşandı. Siz o döneme denk gelmediniz de ama belki izlemişsinizdir. O dönemlerde biz mesela video filmleri çektik aile filmleri çektik mecburen. Filmlerimizin arasına porno parçaları koyup öyle gösteriyorlardı. Biz itiraz ettik, kenara çekildik. Yaklaşık 7 8 sene video filmi çektik. O ahlaksızca o filmi çekenler şimdi sözde onurlu insanlar oldular. Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Sermet Serdengeçti, Bülent Kayabaş gibi… Bülent Kayabaş’ı kaybettik gerçi. Bir ölünün arkasında konuşmak ne kadar yanlış olur bilemem. Bir sanat eseri bir probleme, bir yaraya dokunmalı, bir sancıya el atmalı, bir derde derman olmalı. Ya da hiç yapılmamalı.

- Hayatın gerçekleri gerçek sinema olmalı diyoruz. Aslında sanırım bu yüzden istenilmiyor mu acaba hayatın gerçekleri eleştirildiği için mi baskı söz konusu oluyor.?

İ.S: Tabii. Kesinlikle öyle. O kadar haklısın ki. Şimdi şöyle bir şey var bu ülke bir saray gerçeği yaşıyor ve aynı zamanda kirasını ödeyemeyen milyonlar var. Sen şimdi sarayın hayatını gündeme alan bir film yapmaya kalkarsan neyle karşılaşırsın. Hapishaneyle veya para cezasıyla karşılaşırsın. Antidemokratik her türlü baskıyla karşı karşıya gelirsin. Onun için bunu yapmak yerine havada bulup tavada yiyenlerin ekmeğine yağ sürmek için hayatla bağlantısı olmayan filmler yaparsın. Yani kendi korkularımıza ve kaygılarımıza pis bahaneler uydurmayalım. Gerçekten cehaletin üstüne biz de en az onlar kadar baskın yürüyelim ve baş kaldıralım kardeşim.

- Çözüm sadece sanatla mı peki?

İ.S: Hayatın her alanında işçiler greve gidecekler geçinemediği için, memurlar pasif direnişe gidecekler. Mesela gitmeyecekler iş yerlerine kardeşim. Öğrenciler ayaklanacak. Boğaziçi öğrencilerinin yaptığı gibi. Direnecekler ve devletin atadığı rektörü reddedecekler. Bilim insanları üniversitelerimizde dekan veya rektör olacak. İş yerinde eğer geçinecek kadar ücret alamıyorsan iş yapmayacaksın. Ama ölüm orucuna katılmayacaksın. Ölüm orucu benim mantığıma göre ters geliyor bana. Onlar zaten bizim ölmemizi istiyor, biz de ölüm orucuna yatarak onların isteklerini yerine getiremeyiz. Yaşayıp direnmek lazım. Onun için hayatın her alanında işçi madende, memur masa başında, öğretmen okulunda direnişe kalkarsa bu haramilerin sonu gelir. Yeter ki direnelim, kavga edelim. Hani Enver Gökçe diyor ya “Dost Dost İlle Kavga”. Ben de diyorum ki; aşkı, şiiri ve kavgayı bilmeyen insandan hayır gelmez. Çünkü dünyada âşık olacak çok güzel, uğruna şiir yazılacak kadar çok güzellik ve kavga edecek çok puşt var. Bu arada kavga derken ben silahlı kavgadan bahsetmiyorum. Düşüncelerin çatışmasından bahsediyorum.

- Yeşilçam’dan bize kalan nadir değerlerimizden birisiniz. Yeşilçam’ı çok özlediğinizi tahmin ediyoruz. En çok neleri ve kimleri özlüyorsunuz?

İ.S: Setleri özlüyoruz oğlum. Adile (Adile Naşit) ablayı özlüyoruz. Yüreği sevgi dolu bir anne idi bizim için o. Münir abiyi (Münir Özkul) , Tarık Akan’ı özlüyoruz. Kaybettikten sonra anlıyoruz değerlerini. Kemal Sunal’ı özlüyoruz. Gülüşünü, dişlerini o “eşek oğlu” deyişini özlüyoruz. Yaptığımız filmlerin gerçekten hayatta bir karşılığı olduğu zamanları çok özlüyoruz. Örneğin “Banker Bilo” filmini düşünün, kaçak işçi olayını işliyordu. Şimdi hala günümüzde yaşanıyor. Boğaz’da veya Marmara, Akdeniz denizinde on beş günde bir, bir grup insanın teknede batışını, boğuş hikayesini izliyoruz.

- Yeni film setleri o kadar keyif vermiyor değil mi?

İ.S: Vermiyor ama bu son diziyi yapıtığımda biraz rahatladım. Sekiz bölüm oynadık, fena bir dizi değil konu olarak. Fakat açık söylemek lazımsa yine de Yeşilçam dönemini aratır.

- Hocam son dizinizden önce 2014 yılında filme çekilmiştiniz bir de şimdi 2021’de tekrar diziye çekildiniz. Hani tiyatrocular sahneden uzun sure uzak kalınca alkış seslerini özlerler ya siz mesela bu 6 7 yıl süresinde uzak kalınca ne gibi özlemleriniz oldu?

İ.S: Bir kere seyirciyle nefes nefese kalmayı özlüyorsun. El ele, göz göze kalmayı özlüyorsun. Omuz omuza gelmeyi, yan yana yürümeyi, alkışı, kahkahayı, gözyaşını özlüyor insan. Sanatla hayat akrabadır darken bunu kastediyordum. Hayatı özlüyorsun aslında.

- Umarım çekinmiş olduğunuz dizi de kariyeriniz de son olmaz. Devamı da gelir.

İ.S: Yok daha inadına çok film var. Bir takım adamları ben bu dünyadan göndermeden ölmeyeceğim. (Gülümsüyor…)

- Devrimci ve Sosyalist ideolojiye sahip olduğunuz için hükumet eleştirdiğiniz için hakkınızda çok fazla soruşturma başlatıldı. Sürekli mahkemelere çıktınız. Sosyalist yapınızdan dolayı bazı yönetmenler sizinle iş yapmaya cesaret etmedi. Bunlara rağmen asla pes etmediniz. Hala aynı çizgide devam ediyorsunuz. Zaman zaman yorulduğunuz veya vazgeçmek istediğiniz oldu mu?

İ.S: Asla. Ben ayrık otu gibiyim. Ayrık otu nedir bilir misiniz? Köyünüzde bir bahçeniz vardır, o bahçede domates, biber, maydanoz, elma ağacı, armut ağacı yetiştirirsiniz, ayrık otu orada yükselir. Gelir sebzelerin, meyvelerin üstünü kapatır, güneşine engel olur güneş görmemesini sağlar. Siz çapalarsınız, yolarsınız affedersiniz arkanız dönersiniz hemen arkadan yine biter. Gerçek devrimci ayrık otu gibi olmalıdır. Çapalamak, yolmak onun ömrünü kısaltmamalı, inadına tekrar yükseltmelidir diye düşünüyorum.

Ben devrimci bir adamım. Eskiden biz hep silahsız devrim olmaz derdik ama şimdi zihnimiz kemale erdi aklımız daha çok başımıza geldi dedik ki artık silahsız da olur devrim. Demokratik yollarla yani seçimle olur devrim. Çünkü kanla gelen kanla gider biz kanla olacağını savunuyorduk o zaman gençliğimizde. Şu an bir tek Küba’daki yaşıyor. Oda can çekişiyor. Hasta yatağında gibi bir şey. Bir gün bütün dünya sosyalist olacak ben buna inanıyorum. Ama daha zamanı değil yani kapitalizm ömrünü tamamlamadı daha. Biz kapitalist bir ülke bile değiliz biz yarı kapitalist bir ülkeyiz. Patrona devleti halinde yaşıyoruz biz. Patrona devletinin hizmetindeyiz biz. Ağalar bitmedi ki daha feodal dönem bitmiş olsun. Feodal dönem bitecek burjuva demokrasisini yaşayacağız ondan sonra sosyalizme ulaşacağız.

- Geçmişten günümüze Batı sineması Doğu sinemasından bir adım önde hep. Hem gişe olarak hem senaryo olarak hem de kalite olarak. Aslına bakarsak onlara meydan okuyacak filmlerimiz de az değil. Fakat hep gölgelerinde kaldık. Sizce bunun sebebi nedir?

İ.S: Sebebi Osmanlın son dönemlerinden bu yana çünkü Osmanlı son dönemlerinde Avrupa’nın hegemonyası altına girdi. Batının ekonomik olarak kölesi durumuna düştüğün için Batı kadar özgür ve zengin sanat yapamıyorsun. Benim ülke dediğim gibi dünyanın en verimli topraklarına sahip ülke ama tarımımız öldü. Bazen bana diyorlar ki sinema öldü mü sizce… Senin soruna gerçek cevabı halk soruyor aslında. Yeşilçam öldü mü diyorlar. Hayır bir ülkede herhangi bir iş kolu tek başına ölmez. Bir ülkede siyaset, sanayi, spor, tarım, ticaret, ölüyorsa Yeşilçam da birlikte can çekişiyor demektir. Bir ülke her şeyi ile tüm güçleriyle ayağa kalkarsa sinemada beraber kalkacaktır. Onun için yarınki güzel günlerde yine biz Yeşilçam’ın yemyeşil boy verdiğini meyve verdiğini göreceğiz.

- “Erkek Güzel’i Sefil Bilo” filminiz sonunda sizin şöyle bir repliğiniz vardı : “Bizim başımıza ne geldiyse bu el ayak öpme sevdasından geldi” diye. Yaklaşık aradan 43 yıl geçti ama bu el, ayak öpme sevdasından henüz tam olarak vazgeçmiş değiliz. Nedir bu sevdayı vazgeçilmez yapan şey?

İ.S: Şimdi şöyle bir şey var öncelikle el öpme alışkanlığının hangi tarihte ve nasıl başladığını bilmek lazım. El öpme alışkanlığı avcı toplumlar döneminde başlamıştır. Mesela erkek ava gidiyor evden kadın bahçesinde domates biber meyve yetiştiriyor. Erkek avdan bazen eli dolu gelir bazen eli boş. Erkek eli dolu geldiği zaman eli öpülüyor kadın da her gün eve peşkili dolu girdiği için onun eli her gün öpülüyor. Yani el yaştan dolayı değil işten ve emekten dolayı öpülür. Şimdiyse gelenekleri tersine çevirdiler morukların, erkeklerin, sermaye sahiplerini eli eteği öpülür oldu. Ben onun için derim yaştan dolayı değil işten dolayı öpülmeli el.

- Filmde de verilmek isteyen mesaj buydu sanırım.

İ.S: Evet. Bunu anlatmak istedim ben de.

- İlyas bey son olarak benim sorularım bitti. Okurlarımızın sorusu var vaktiniz fazla almadan onları da sormak istiyorum. En çok hangi rolünüzü hayatınızla özleştirdiniz?

İ.S: Şu anda afişi gördüğünüz yukardaki Talihli Amele filmi. Tam bir işçi sınıfın hikayesi. Lal Gece filmi var mesela 2012 yıl yapımı. Dilsiz gece demek. Dünyanın her tarafından en az 10 ödül aldım. 65 yaşındaki adamla 13 yaşındaki bir kız çocuğunu evlendiriyorlar. Bir gecede geçiyor gecede adamın vicdan muhasebesi yaparak geçirdiğini görürüz. O filmdeki karakterim çok önemliydi benim. Bir de Hababam Güle Güle filmindeki Edebiyat öğretmeni Mehmet Bülbülü oynamıştım. Oradaki öğretmen tiplemesi benim hayatımı çok etkilemişti. Çünkü hayatımda istediğim aradığım öğretmen oydu zaten. En son olarak da Sarı Mercedes’deki Bayram rolü.

- En çok kime müteşekkirsiniz?

İ.S: Müteşekkir olduğum insanların başında Ertem Eğilmez gelir. Beni sinemaya, sinemayı bana kazandıran Şener Şen gelir. Ben şehir tiyatrosunda oyunculuğa başladığımda Şener Şen ile birlikte oynuyorduk. İlk oyunumda, “Ayışığında Şamata” oyununda en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü aldım tiyatroda. Şener abi Ertem Eğilmez’e söylemiş, demiş ki: “Bize yetenekli bir çocuk gelmiş, onu sinemada değerlendirebilirsen çok iyi olur” demiş. Sonra Ertem Eğilmez beni Şener abinin tavsiyesi üzerine çağırdı. Önce “Sultan” filminde sonra “Çöpçüler Kralı” filminde oynadım. Kemal geldi “Hemşo” dedi, o da Malatyalı ben de Malatyalıyım. “Hemşo bizim bir ufak rol var kapıcı rolü misafir aktör olarak oynar mısın?” dedi. Ben de tabii hemşo dedim. Ondan sonra millet beni yavaş yavaş sevmeye başlayınca “Kibar Feyzo”da , “Hababam Sınıfı Dokuz Doğuruyor”da ayrıksı roller oynadım. Birinde biraz ağa yalakası bir adam oynadım diğerinde ise ağa çocuğunu oynadım. Ondan sonra millet de beğenince benim tiplemeleri Ertem abi dedi ki “Artık başrol sırası geldi”. İlk baş rolümü “Erkek Güzeli Sefil Bilo” filminde oynadım. İstanbul’un her tarafı afişlerimizle donatılmıştı.

- Yeşilçam anılarınızdan birini paylaşır mısınız bizimle?

İ.S: Hatay Reyhanlı’da Kibar Feyzo’yu çekiyoruz. Tam Suriye sınırında “Harran” köyünde çekmişiz. Bir gün Kemal Sunal’ın başına güneş geçti. 20 25 gün Suriye sınırında güneşin altında, kayaların taşların içinde çalışıyordu. Hissedilen sıcaklık 45 50 dereceye çıkıyordu. Kemal’in başına güneş geçince filmin yönetmeni Atıf Yılmaz repo verdi. Repo sinemada, tiyatroda boş gün demek. Repo lafını köyün ağası duyunca, “artistler bugün repo yapmışlar. Söyleyin baa gelsinler” demiş. Ağa emretmiş mecbur gitmezsek olmaz çalıştırmaz bizi toprağında. Kemal Sunal gelemedi. Şener abi, Adile abla ve ben gittik. Eve gittik baktık ağanın evi Suriye sınırında tam bir saray. Kapısında Mercedesler, Royce Rollslar, cirit atıyor. Yedi köyün ağasıymış adam. Bahçesine girdik. Bahçede fıskiyeler, havuzlar tam bir saray bahçesi. Oturduk fıskiyenin başına ağayı bekledik. Sonunda beyaz takım elbiseli, sarı saçlı, mavi gözlü bir adam girdi. Bunu görünce, hiç aklımda öyle bir ağa tipi yok. Ağa tipi hafif göbekli, şapkalı, köstekli saatli biri olacak. Bunu görünce herhalde bunun babası kuzey Avrupa ülkelerinden bir kadınla evlenmiş. Bunu göndermiş Belçika’da, İsviçre’de, Almanya’da okutmuş. Şimdi bizimle güzel bir Türkçeyle konuşacak diye düşündüm. Geldi oturdu üçümüzü de süzdü sonra Adile ablaya döndü “gızz sen nasıl artist oldun” dedi. (Karşılıklı gülüşmeler…) Bütün hayallerim yerle bir oldu. Adile abla ben Naşit Özcan’ın kızıyım dedi. İstanbul’un en büyük sanatçılarından biri kendisi dedi ben tiyatro kulislerine git gel alıştım babamın yolundan gitmek istedim. Sonra Şener abiye döndü “Ulaa sen nasıl artist oldun?” sordu. O da dedi ki benim babam Ali Şen. Adana’da tiyatroda oyunculuğa başlamış ama evi geçindiremediği için İstanbul’a gelmiş, filmlere çekilerek yaşamını sağlamış. Ben de babamın yolundan gittim dedi Şener abi. En son bana döndü “ulaa hıyar sen nasıl artist oldun?” dedi. Ben de Malatya, Arguvan ilçesi, Gecekondu köyünde doğdum. Bizim köyde okul olmadığı için ilkokul 2.sınıfa kadar başka köye gidip geldim. Ondan sonra Malatya’ya taşındık. İlkokul 3.sınıfdan beri orada oturdum. Ortaokulu, liseyi orada bitirdim. Ondan sonra Ankara’ya konservatuara geldim dedim. “Bir dakka dur laa” dedi birden ağa. Buyur ağa dedim. “Bu konservatuar liseden böyüktür?” dedi. Evet akademidir, üniversitedir dedim. “Hadi laan çık lann dışarıı” dedi. (Gülüşmeler…). “uleen hıyar koskoca üniversite bitirmişsin adam olacağına artist olmuşsun” dedi sonra. O zamanlar aktörlüğe bakış açısı böyleydi. Hatta Osmanlı’nın son dönemlerinde Cumhuriyet’in ilanına kadar aktörlerin şahitliği bile kabul edilmiyordu. Orada da oynar sahtekarlık yapar diye. (Gülümsemeler…)

- Toplumumuzda sürekli artan kadın cinayetleriyle karşı karşıyayız. Azalması gerekirken artıyor. Siz neler düşünüyorsunuz bu konuda?

İ.S: Bunun sebeplerinin başında dinimizin kadını ikinci sınıf göstermesi var. Ben insanların dinine bir şey söylemek veya hakaret etmek istemiyorum ama Kur’an-ı Kerim’de de yazıyor, kadın her şeye rağmen erkeğin bir derece gerisindedir diyor. Onun dışında kadının evde de hâkim olabilmesi için ekonomik hayata da hâkim olması lazım. Bunu erkek egemen toplumda kocalar kabul etmiyorlar. Hakimiyet olmalı ama kadının hakimiyeti olmalı. En zor işi onlar yapıyorlar çünkü. Örneğin evde en ağır işleri kadınlar yapar. Üstelik dünyanın en büyük sancısını çekerek çocuk doğuruyor düşünebiliyor musun? Ben kadını yalnız doğurgan olarak gördüğümüz için bunu söylüyorum zannetmeyin yanlış anlaşılmasın. Kadın erkekten her zaman bir derece üstedir. Cennet anaların ayağı altında ama analarda erkeklerin ayağı altında. Bir de sevgiden öldürdüm diyenler var. Böyle bir komiklik olamaz. Elli yıldır komiklik yapıyorum ama bu bazı erkek milleti gibi soytarı olamadım. Sevgiden öldürüyor. Seviyordum öldürdüm. Seviyorum onun için katilim diyor böyle bir şey olur mu ya!

- Hocam sorular bu kadar. Çok teşekkür ederiz çok kıymetli zamanınızı bize ayırdığınız için. Sizinle tanışıp sohbet etmek mutluluk verici.

İ.S: Ne kadar doyurucu oldu bilemem ama ben kusur bakıcısı değilim, ben başka şeylere bakıyorum ki bir de sizden niye kusur olsun ki? Anmışsınız bir sanatçı eskisini kabul edip değer vermişsiniz, evine gelip oturup bir bardak bir şeyler içmişsiniz. Bu benim için onurdur.

- Estağfurullah. O onur o şeref bize ait hocam. Siz ülkemizin nadide değerlerinden birisiniz.

İ.S: Eyvallah. Ben öyle gençliği kıskanan aktör bozuntularından değilim. Yaşlı aktör bozuntuları eğer biraz da cahilse gençliği kıskanır kendisi ölüme yaklaşmıştır ya.

- Son olarak hocam 10. Sayımızın ön kapağına sizin ve değerli Şener Şen hocamızın resmini çizip, “Herkese benden Kibrit Şakir’e Yok” repliğini yazarak yayımlamak istiyoruz. Müsaadeniz var mı?

İ.S: Elbette. Sevinirim. Güzel mizah olur. İyi düşünmüşsünüz.

- Çok teşekkür ederiz.



Comments


bottom of page