Berkan Şal ile Tiyatro Üzerine Röportaj
- kibritfanzin
- Feb 17
- 18 min read
Updated: Feb 20
-Merhaba Berkan Bey. Nasılsınız?
B.Ş- Merhaba arkadaşlar. İyiyim teşekkür ederim. Sizler nasılsınız?
-Biz de iyiyiz çok teşekkür ederiz. Sizin de zamanınız kısıtlı. Hemen sorularıma geçmek istiyorum.
B.Ş- Buyurun
- Tiyatro kültürü aslında Batı uygarlıklarında yerleşmiş olsa da modern anlamda Anadolu topraklarında daha aktif faaliyette. Türkiye’nin güncel tiyatrosu hakkında düşünceleriniz nelerdir?
B.Ş- Türkiye’min güncel tiyatrosu hakkında düşüncelerim sıfır oldu. Benim hocam Nurhan Karadağ Geleneksel Türk Tiyatrosu konusunda uzmandı. Metin And hocalarımdan bir tanesiydi Türk Tiyatro Tarih’i yazarıydı ve 600 /700 sayfalık üç-dört tane Türk Tiyatrosu'na kazandırdığı kitabı var. Türkiye’de tiyatro batılılaşma çerçevesi ile Türk yaşamına girdi. Yani batılı anlamda bir tiyatro cumhuriyet döneminde hayatımıza girdi. Ondan önce meddahlar, kavuklular, pişekarlar yani seyirlik. Meydan sahnede sergilenebilen, köylerde kız kaçırma oyunları, evlilik törenleri, cenaze törenleri bunların hepsi dramatik yapı içerir. Türk gelenekleri bu yapıyı çok barındıran bir hal içerisinde değildi. Batı ile şu anki, İtalyan sahne algısına kavuşuldu. Bu demek olmuyor ki, bizim tiyatro geleneğimiz yoktu, vardı tabii ki ama bizim ki daha çok törensel yapılara yönelik bir durumdu. Diyorum ya evlenme törenleri, kız kaçırma, kız alma, kıs isteme törenleri bunlar aslında toplumun geleneksel yapısından gelen ve kurgulanmış oyunlardır aslında. Türk yazarlarımız üremiyor artık geleneksel konularımızı ele almıyorlar. Avrupa sinemasında büyük bir kriz görüyorum. Hikâye bitti, onun için Doğu’ya, Doğu kültürüne yöneliyorlar. Mesela Netflix olsun, Disney olsun onların Doğu’ya açılmalarının en büyük sebebi bu, özgün hikayeler yakalayabilmek. Bence böyle. Çünkü tıkanmış durumdalar. Aynı zamanda Güney Kore’ye, Hindistan’a, Çin’e yöneldiler oradaki mitoslardan faydalanmak için. Şimdi bizim yaptığımıza gelelim, modern anlamdaki işlere. Fatih’in İstanbul’u fethi Türkler için çok önem taşıyor değil mi? Çok büyük olay değil mi? Avrupalılar için de öyle. Bir çağın bitişi bir çağın başlangıcıdır. Çağ deviriyorsun, bir yönetim, din anlayışından başka bir şeye geçiyorsun. Bütün dünya için önemli olan olayı pazarlayamıyorsun ya da çekemiyorsun. Niye? İşte bu tükür yapıştır zihniyeti yüzünden. ‘Üç kuruş ucuz olsun da hallederiz. Savaş sahneleri de böyle oluversin ya’ diyorlar. İşte bu yüzden hiçbir şey üremiyor. Geleneksel Türk Tiyatrosu, Batı’nın iyi yanlarını örnek alsın da ama bizim elimizde çok daha zengin hikayeler var. Fakat bunları yazacak insan sıkıntımız var. Ben Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yazarlık Bölümünü onun için çok ayırıyorum. Konuşmak çok ayrı bir şey yazmak çok ayrı bir şey. Söz uçar ama yazı kalır. İnternet çağıyla biriktirdiğimiz bilgileri yok ediyorlar. Kütüphanelerimizi yok ediyorlar. Şu an bir ay internet olmazsa neler olabileceğini hesap edebiliyor musun? Senin kim olduğun bile belli değil. O elindeki somut kimlik var ya o yoksa sen yoksun gibi bir durum. Kütüphaneler önemli. İnsanlığı balık hafızasına zorluyorlar. İnternetin yoksa sen de yoksun. Biraz da bunu tartışmak gerekiyor. Yarın sana internetin aylığını yüz bin desem kullanabilecek misin? Hayır. Peki sen bilgiye nasıl ulaşacaksın? Bu çok büyük bir tehlike. İnsanları zorluyorlar. Şimdi bu küresel ısınma saçmalığıyla istedikleri ülkenin iç işlerine karışa bilecekler bu sayede. O anlaşma kesinlikle imzalanmamalı mesela. İnsanlık haklarımıza aykırı bir anlaşma. G7 Zirvesi’nde de konuşuldu tek dünya devleti kıvamı falan diye. Bu özlük haklarımıza aykırı. Senin dedelerinin, atalarının biriktirdiği o bilgi birikimine o mitos birikimine aykırı. Sana diyor ki, yok et o yok artık. Şimdi bu durumda Türkiye’de geleneksel oyun yok. Ben ısrarla ‘Kök’ sahnede yerli yazarları oynamayı tercih ediyorum. Mesela daha geçen gün Cengiz hocam, Adana, Çukurova Devlet Konservatuvarı’ndan oyun gönderdi şimdi araştırıyorum. Ben Azerbaycan Tiyatrosunu da araştırıyorum. Ne yaparsan yap kültür bir kardeşim. Muhakkak ya amcamın kızı sendedir ya da dayının oğlu bendedir yani. (Gülüyor) Kültür bu tip şeylerde. Fakat bunları paylaşamıyorsan bir anlamı kalıyor mu? Kalmıyor. Zaten beni özel yapan bu durumlarım. Kültürüm, geleneklerim, yaşattığım ve aktardığım bilgi birikimim. Fakat bilgi çağıyla bunları yok ediyorlar. Bilgiye ulaşmak bunları yok etmek anlamına gelmiyor ama bilinçli olarak bunu yapıyorlar. Evet bilgiye herkes anında ulaşabilsin buna katılıyorum ama bunu metazori ile zorlamasınlar. Benim geleneklerimi, göreneklerimi, yaşam tarzımı yok ederek yapamazsın bunu. Yapmamalısın yani. Eğer böyle yapıyorsan senin dürüstlüğünü ve güvenirliğini sorgular. Dolaysıyla toparlayayım Batılı anlamda tiyatroyu öğrenmiş olabiliriz ama bizim kültürümüz çok daha zengin çok daha eski. Özendirmek gerek insanlarımızı. Kendi kültürümüze özendirmek gibi handikapımız var ya bizim. İnsan kendi kültürüne özendirilir mi? Komik durumdayız yani. Böyle sorunumuz var yani. Bu zaten senin kültürün ya, senin genlerinde olan, yediğinle, içtiğinle her şeyinle alakalı bir durum bu yani. Bunları gençlerimize öğretmemiz gerekiyor çünkü bunu internetten öğrenemeyecekler. İnternet zaten bunları öğrenmelerine engel oluyor. İnternet çok faydalı bir şey ama böyle de zararları var. Bu zararları sübvanse edemezsen çok ciddi bir yozlaimaya gidersin yok olursun. Çünkü kültürün çöktüğü anda neandertalden farkın kalmaz. Seninle beni ne ayırabilir? Sadece kültürün ayırabilir. Zaten ikisi de aynı olursa paylaşacak pek bir şey bulamayabilirsin. Farklı kültürler paylaşacak bir şey yaratır. Onun için çok renklilik çok hoş bir şey deriz ya. Bunun için de önce kendi kültürümüzü korumamız gerekiyor.
M.M.K- Ben de çok merak ediyordum bu sorunun sizdeki cevabını. Çünkü daha önce Devlet Tiyatrosu'nda Batılı bir oyun izlemiştim fakat pek tat alamadım. Herhalde kültür farkından dolayı diye düşünmüştüm. Çok anlayamadım. Hiçbir şekilde içime sinmedi.
B.Ş- Dediğim gibi sen kültürünü ayakta diri tutarsan o adamı da anlayacaksın. ‘Ha bizim şu hikaye vardı ya ona benziyor’ diyeceksin. Dünya klasikleri sizce neden klasik? Dünyanın geneline hitap edebildiği için klasik olmuşlardır. Her döneminde klasikleri vardır. Anlatabiliyor muyum? Onun için klasik olmuşlar ama bunun için önce kendi kültürüne sahip çıkman gerekir o klasiği anlayabilmek için. Bir yok oluş ''Nuh tufanı'' İbranilerde anlatıyor. Güney Amerika’daki Astekalar da anlatıyor. Machu Picchu’da bilmem neler anlatıyor. Hindistan’da başka bir destanda anlatıyor. Çin’de başka birileri de anlatıyor. Ortak bir dünyanın geneline ait bir kültür. Git Asteklere diyor ki; ‘İşte gökten yol göstericiler geldi’ diyor. İbranilere gidiyorsun. diyor ki; ‘Denizden iki adam geldi, bize tarımı öğretti’. Hindistan’a gidiyorsun. ‘Şiva’nın iki oğlu geldi’ diyor ‘bize tarım öğretti’. Kıl öğretti, tüy öğretti. Hikâye aynı ama bütün kültürlerde var bu hikâye. Bu hikâyeleri süsleyen, albenili hale getiren, allayıp pullayan işte o senin kültürün. Buna sahip çıkmayacağım neye sahip çıkacağım?. Onun içinde inatla yerli oyunlar, yerli yazarlar. Önce kendimize sahip çıkmamız gerekiyor. Çok ciddi söylüyorum ya şaka değil yani. Benim çok olmuştur, ''Keşke dedem yaşıyor olsaydı ya, bunu ona sormalıydım'' dediğim ''Babaannem, nenem yaşıyor olsa bunu ona sormalıydım, kesinlikle sormalıydım'' dediğim o kadar çok şey var ki. Asıl adres orası çünkü.
- "Koleksiyoncu" oyununda hayatını kaybetmiş Mimi ile mezar kazıcısı Fufu'nun karşılaştıktan sonra bazen dünya meselelerine, bazen varoluşsal sorulara değindiğini izliyoruz. Varoluşsal sancılar konusunda ailenin ve coğrafyanın yeri nelerdir?
B.Ş- Coğrafya kaderine mi geldi soru? (Gülüyor)
- Biraz evet.
B.Ş- Arkadaşlar, ben coğrafyanın bir kader olduğuna inanmayanlardanım. Evet, yani ben Çinçin’den çıkıp o eğitimleri alıp hala da temiz bir Türk vatandaşı olarak yaşamımı sürdürebiliyor ve bu topluma bir şeyler katmaya çalışan bir adam olarak ya da bu toplum için bir şeyler yapmaya çalışan insan olarak onun kader olduğunu kimse bana ikna edemez. Evet, yaşadığın yer çok önemli. O yaşadığın yerin aurasına kapılıp gidersen evet, kaderin olur. Saksıyı çalıştırıp kan davası kötü bir şey diyebiliyorsan oradan çıkmış olursun. Benim denyo amcam, gitmiş o adamın babasını öldürmüş. İkisi de insanlık dışı, öküz bir yaratıkmış, diyebiliyorsan bir farkın olur o ikisinden. ‘Hmm’ deyip silahı beline takıp onun çocuğunu öldürmeye gidiyorsan zaten geçmiş olsun. O toplumda da kalamazsın. En fazla ceza evinde tecride uğrarsın. Evet, çok önemli bir kısmını teşkil ediyor. Ben okumaya yönlenmemiş olabilirdim ama benim kuşağıma hep ‘oku’ dendi. ‘Oku, okumalısın! Bak onu da okumalısın. Herkesten okumalısın.’ Ne kadar çok bilgi o kadar çok köfte dendi bize. Biz o gelenekle büyüdük. Toplumlarında gelenekleri değişiyor çocuklar, yaşayan bir organizmadan bahsediyoruz. Sen nasıl yaşıyorsun? Sen babandan gelen kültürü bir şekilde kendinde yoğuruyorsun, çocuğuna aktarıyorsun. O da kendinde yoğuruyor çocuğuna aktarıyor. Gelişen bir durum. Organik bir durum. Değişen, dönüşen bir durum. Koleksiyoncuya gelince, zurnanın zırt dediği işte. Hepimiz için geçerli olan soru. Din nedir alakalı yönelim sunmuyorum. İnsanla alakalı bir yönelim sunuyorum. Bir Hristiyan için de öldüğü an da her şey için çok geç değil mi? Müslüman için de. Pişman olsan da geçer mi? Geçmez. Değiştirmeye çalışsan değiştirebilir misin? Bir ateist için de aynı şey geçerli mi? Geçerli. Güneşe tapan için de aynı şey geçerli mi? Biyolojik yaşamını doldurduğun an her şey için, bu dünya için her şey için geçmiş olsun değil mi? Enerji parçacığı olunca öldükten sonra enerji parçacığı olduğuna inanan var, cennete gideceğine inanan var, baba oğula kavuşacağına inanan var. Bir sürü de din var değil mi? Her hangi birisi öte tarafla alakalı bir şey söyleye biliyor mu? Geçmiş olsun. Oyunun da böyle bir yönelimi var. Onun için selama çıkmıyorum. O boş mezarla bırakıyorum seyircilerimi. Emin olun bir 10 dakika şöyle bakıyorlar. Bitti mi, alkışlasak mı, alkışlamasak mı, selam verecekler mi? ‘Ay kızı içeri gömdü’ deyip, gelip mezarın içine bakan gördüm ben. Anlatabiliyor muyum? Benim orada insanların beni şak şaklaması evet, beni çok önere eden bir durumdur ama o hikâyeyle, o boş mezarla kalmaları hepsini şöyle bir sarstığım nokta olarak görüyorum. Kendimize gelip. Şu kapıdan çıktığında senin içinde her şey geç olmuş olabilir. Bir araba vurmasına bakar. Varoşta da büyümüş olsan o mezara bakıp kalacaksın, dünyanın en entelektüel adamı da olsan o mezara bakıp kalacaksın bir gün. Onun için Charlie Chaplin’i de ben gömdüm, Hitleri de ben gömdüm. Onun için 6 yaşındaki çocuğu da ben gömdüm. Ben koleksiyoncuyum çünkü. Gömdüklerimde benim koleksiyonum. Ve hepsi için çok geç. Bunu anlatmaya çalışıyorum sadece kısaca ve öz. Evet, herkes için bir anlam ifade ediyor. Hani bahsetmiştim ya az önce Güney Amerika’da gökten iki tane bilge kişi indi. Ve bize tarım yapmayı öğretti diyor. Mısır da Babil’de denizden 7 kişi geldi diyor. Bize tarım yapmayı öğretti, yerleşik hayata geçmemizi öğretti, diyor. Bu da öyle bir hikâye ve herkes için geçerli bir hikâye. Ateist için de, Müslüman için de, Hristiyan için de. Neye inanırsan inan. Herkes için geçerli bir hikâye. Ve herkes için de boş bir mezar var. Yeterli cevap olmuştur sanırım.
- Gayet yeterli Ben bir an böyle bir kaptırdım kendimi. Siz söyleyince de düşündüm baya da gözümün önünde canlandırdım.
Yani, kim olursan ol. Herkes için bir boş mezar var arkadaşlar. En fazla o iki metrelik bezle gidersin. Onu da bulamayanlar vardır. Eminim. Peki, iletişime geçen oldu mu? O taraftan bilgisi olan var mı? O zaman bu oyunu izlemek durumundasınız arkadaşlar.
-Bu arada tekrar oynayacak mısınız?
B.Ş-Evet.Israrla oyunumu tekrar çıkaracağım. İnşallah 1 aya çıkarmış olurum. Yani sizin kucağınıza bıraktığım bu soru cümlesi ‘ Ee sen napıcaksın?’ cümlesi, ‘Sen ne düşünüyorsun?’ cümlesi benim için selama çıkmaktan ve o alkışı almaktan daha önemli geldi. Onun için selama çıkmadım. Çıkmıyorum da oyunumda.
-Bunu da herhalde çok az seyirci bu kadar derinden anlamıştır.
B.Ş-On dakika o boş mezara bakabildiklerine göre akıllarından bir şey geçiyordur diye düşündüm.
M.M.K- Sanırım hayatımda gördüğüm en etkili tiyatro final sahnesi. Daha önce böyle bir şey duymadım da görmedim de.
B.Ş-İnşallah tekrar çıkaracağım 1 aya kadar. Misafirim olursunuz. İzlersiniz.
- Çok teşekkür ediyoruz. İzlemeyi çok isteriz. Burada olursak muhakkak geliriz. Ben diğer soruma geçmek istiyorum. ‘’Mojo’’ oyununda Sıska karakterini yani uyuşturucu kafasında bir eşcinseli oynamışsınız. Türk seyircisinin pek alışık olmadığı bir karakter aslında. Böyle bir karaktere bürünüp seyirci karşısına çıkmanın sorumluluğu ve riski nelerdir?
B.Ş-İnsanlar bilmediği şeyden korkar. Ya da bilmediğin bir şeyden korkarsın değil mi? Ama sen bunu insanlara gösterir ve ne rezillikler yaşaya bileceğini anlatırsan korkar mı? Ya da öyle bir şeye bulaşır mı? Neyi mahrem ve kapalı tutarsan daha çok ilgi çeker. Bu yeterli bir cevap mı?
-Yani aslında dediğiniz gibi neyi muhafaza ederseniz o daha çok ilgi uyandırır.
B.Ş-Herkes şuradan bakıyor olabilir Mojo’ya ‘Hmm uyuşturucu gösteriliyor işte bunlar şu, bu’ çocuklar zaten o merakla ona yöneliyor. Dedim ya neyi baskılarsan neyi kapatmaya çalışırsan o daha çok merak cezbeder. Bunu ben bir eğitim olarak düşündüm.
-Kesinlikle, bir çocuğa o odaya girme dersen en çok o odaya girmek ister.
B.Ş-Ve çok güzel bir oyundur ‘Mojo’ benim oyunculuğa döndüğüm ilk oyundur. Sağ olsun İlham Hocam, yönetti. İlham YAZAR. Çok sevdiğim, sanatsal zekâsına çok güvendiğim bir insandır kendisi. Ve çok güzel bir oyun çıkarmıştı. Gençler keşke izleseydiniz.
-Keşke. Ama ben o zamanlarda 15,16 yaşlarında falandım herhalde. Peki bu karakter psikolojik bir hazırlıkta gerekiyor değil mi? Bu karakter için özellikle.
B.Ş-Evet, her şey için geçerli arkadaşlar. Oyunculuğunda bir takım teknikleri var ve ben şuna inanan bir adamım. Yaptığım şeye ben inanmıyorsam seyirciye inandıramayacağımı düşünen bir oyuncuyum. Önce ben inanmalıyım o şahıs o karakter olduğuma. Ben inanırsam zaten sen ‘hmm’ diye izlemezsin beni. Ben hep şeyi veriyorum oyunculuk derslerimde de mesela ‘ Avrupa Yakası’nı izlediniz değil mi? Herkesin izlediği bir dizi olduğu için ‘Burhan’ karakteri, çok absürt bir karakter değil mi? Ama senin için var değil mi o karakter? Evet ya, Burhan gibi bir adam var abi, diyorsun değil mi? Tamamıyla farklı bir adamdır çünkü yani gördüğüm ve tanıdığım kadarıyla. Çokta dolu bir adamdır. Karakteri yaratmak böyle bir şey. Ben inanırsam sen hiç şüphesiz; evet ya, benim adamım. Bu adam benim adamım, dersin yani. Onun için de önce benim inanmam gerekiyor. Evet, bunun için de büyük bir psikolojik hazırlık gerekiyor. Profesyonelce, oyunculuk kriterleri içerisinde.
-Sizi diğer oyuncularla kıyasladığımızda şunu fark ediyoruz oynamış olduğunuz karakterler birbirinden çok farklı. Yani bazı oyuncular vardır. Bir yerden sonra kendini tekrarlamaya başlıyor. Mesela Mojo’daki oyunculuğunuz olsun veya Koleksiyoncu olsun bir de Akbaba karakteri olsun. Bunların hepsi nerden baksanız birbirinden çok bağımsız karakterler ve hepsini o kadar mükemmel bir şekilde oynuyorsunuz ki gerçekten o insanmışsınız gibi geliyor seyirciye.
B.Ş-Bak sana bir şey göstermek istiyorum. Ben sadece Instagram’ımda yaptığım işleri paylaşıyorum. Benim alışkanlığın değildir. İşte ‘ay bilmem neredeyim, ay yok kahvedeyim, yok bilmem saunadayım’ gibi şeyler paylaşmam. Bak şimdi, bu soruyu ben cevaplamak istemiyorum onun için bunu göstereceğim sana. Bak şimdi. Bunlar benim. Bu Akbaba, bu Koleksiyoncu, bunda bir taksi şoförüydüm. Yönetmenimde dışarıda oturuyor.
-Az önce bizimle masada oturan beyefendi sanırım.
B.Ş-Evet. Geriye doğru gitmeye çalışıyorum. Oynadığım roller açısından. Kronoloji verecek diye ümit ediyorum. (Telefonunda ınstagram gönderi geçmişine bakıyor)
-Bu arada kostüm ve makyaj aşırı güzel. Elinize emeğinize sağlık gerçekten.
B.Ş- Bu ‘Woyzeck’ arkadaşlar Tatbikat Sahnesi’nde yaptığımız oyunlardan birisi. Bu Mezarsız Ölüler oyunu bu da benim Clochet. Bu nasıl bir hissiyat biliyor musun? Yaptığını tekrar etmemek. Farklı şeyler yapma isteği. Yeni şeyler deneme arzusu. Evet, bunu piyasa zorlayabiliyor bazen beni de Akbaba konusunda zorluyorlar. Ben Akbaba’yı yaptım. Orada bir Akbaba duruyor zaten bunu tekrar etmenin bir anlamı var m? Ama duygusal olarak bana bunu zorluyorlar.
M.M.K-Ama orada sizi görmeyi bizde çok istiyoruz çünkü orada bir kişi olmayınca o ekip olmuyor.
B.Ş-Çocuklar bunun kararını siz ya da ben vermiyorum. Bunu yapımcılar karar veriyor. Ve seni başka bir Akbaba’ya zorluyorlar. Ben Akbaba’yı yaptım zaten yapıyorum da hala yani benim tekrar bir polisi oynamam çok anlamlı gelmiyor. Sıkıcı geliyor. Ve ben yaptığım bir işten keyif almak isteyen bir adamım. Farklı şeyler denemek isteyen bir adamım. Onun içinde mümkün olduğunca farklı şeylere yöneliyorum. Bu herkes için aynı sonucu verecektir diye düşünüyorum. Sende öylesindir. Yani bir şeyi ne kadar yapmaktan haz alabilirsin. Yani defalarca, defalarca, defalarca.. Ama sistemde o yapım döngüsü seni buna zorlayabiliyor. Seni öyle bir kıstırıyor ki alanını kapatıyor. Temcit pilavına zorluyor. Ondan da şu ana kadar sıyrılabildim diye düşünüyorum.
-Bir de hepsini de en iyi şekilde oynamışsınız gerçekten.
B.Ş-Teşekkür ediyorum onore ediyorsunuz. Sağ olun.
-Akbaba karakteri bir polis karakterinde bundan sonra ne kadar güzel oynanabilir ki? Hepsini zirvede bırakma isteyiniz de ayrıca güzel.
B.Ş-Teşekkür ediyorum onore ediyorsunuz. O sizin güzel kalbinizin sesi.
- Hayatınızın belli bir dönemlerinde işportacılık, pazarda su satma, korumalık, grafik tasarım, DJ'lik yapmışsınız. Daha sonra Ankara Üniversitesi Dil-Tarih'de Tiyatro bölümünü kazanıyorsunuz fakat maddi sıkıntılardan kaynaklı okulu bırakıp 16 yıl tiyatroya ara veriyorsunuz. İlham Yazar ve Erdal Beşikçioğlu'nun daveti üzerine ‘Mojo' oyunuyla tiyatroya dönüyorsunuz. Zaman zaman sanata ve tiyatroya geç kaldığınızı düşündüğünüz oluyor mu? O 16 senenin pişmanlığı oluyor mu?
B.Ş-O 16 senenin bende şöyle bir pişmanlığı var çok daha fazla güzel şey üretebilirdim. Zaman kaybetmişim ama bununda şöyle bir sübvansiyonu var. Bu yaşımla bir şeyleri anlatmak çok daha farklı ve çok daha keyifli geliyor bana. Yani bunu geç kalmışlık olarak görmüyorum. Evet, söyleyecek sözlerimi biriktirmişim diye düşünüyorum. Çünkü seyircilerle, insanlarla bir birikimini paylaşıyorsun, bir yaşanmışlığımı paylaşıyorsun, bir anını paylaşıyorsun. Kendi oyunculuğunun demlenmiş halini paylaşıyorsun. Onun için kayıp olarak görmüyorum. Şu konuda ama itiraf ediyorum. Evet, çok daha fazla iş yapmış olabilirdim. Yani çok daha güzel şeyler çıkarabilir miydim diye düşünüyorum. Evet, olabilirdi. Ama olabilirlerle, meselalarla, ah keşkelerle bu iş dönmüyor. Demek ki herkesin bir vakti kemali varmış diye düşünüyorum. Belki de Erdal’la, İlham’la karşılaşmasam, onlarla o dönem çalışmıyor olsam belki de hiç dönmeyecektim bir de öyle bir durum var. Onun için güzel insanlarla başladım. İlham hocam da oynadığım oyuncu arkadaşlarım İnanç, Ali, Doruk, Fatih yani çok klas oyunculardı.
-Bu arada bildiğim kadarıyla sizin de İnanç (Konukçu) Bey’inde, Fatih (Artman)Bey’inde sinemada kameralar önünde ilk oyunculuk deneyiminizdi.
B.Ş-Evet, üçümüzün ilk deneyimiydi. Kamera önündeki ilk işimiz öyle deyim.
M.M.K- Benim de en çok şaşırdığım şeylerden bir tanesi bu olmuştu. Birçok oyuncuya taş çıkaracak bir oyunculuk performansı sergilemişsiniz gerçekten.
B.Ş- İşin içinde Serdar abi var. Serdar abi dedin miydi böyle beş dakika düşüneceksin abi öyle uluorta laf etmeyeceksin. Çok ciddi söylüyorum sinema televizyon okusaydım bunlarım hepsini öğrenemezdim ben.
-Bence Serdar Akar gerçekten bir okul. Ben bunu birçok oyuncudan da duydum.
B.Ş- Aç, aç oku yahu Serdar abiyi. Kitap gibi. Öyle deyim yani. Aç, aç oku. Sıkıldıkça aç muhakkak ilgini çekecek bir şey çıkartır yani o kitaptan. Okul, bildiğin. Abim benim, canım, sağ olsun. Çok emeği var üzerimde bunu ödeyemem yani.
-Çok büyük bir yönetmen Serdar Akar. Ben de kendisini çok severim.
B.Ş-Arkadaşlar, Türk sineması için çaba sarf etmiş, çok güzel işler çıkarmış bir yönetmen yani. ‘Serdar Akar Külliyatı’ diye bir durum var arkadaşlar. Bu boru değil yani öyle.
-Doğrudur. Hatta sizin bir röportajda da vardı, ‘Serdar abi böyle Berkaan diye seslendiğinde hemen böyle 5 dakikaya elim ayağıma dolaşıyor, napıcam ben diyordum?’ diyorsunuz orada da. Herkese karşı böyle miydi?
B.Ş-Yaa, bundan şikayet edenleri de duydum ama o istim üstünde olmak. O her şeye hazır olmak anı benim için öyle. Onun için ben Serdar abiyle çalışmayı çok seviyorum. Her an her şeye hazır olmalısın Serdar abiyle çalışırken. Yani, algıların açık olmalı, konsantrasyonun yüksek olmalı çünkü öyle bir yönetmen. Dedim ya az önce boru değil Serdar Akar. Altını çiziyorum bu cümlenin yani. O hazırlığa sahip değilsen madara olursun. E kimsede madara olmak istemez.
- Serdar Akar ile ilgili aklınızda kalan ilginç bir anınız var mı?
B.Ş-O kadar çok ki. Serdar abi çok hızlı çalışır. Yani, Serdar abinin setinde öyle yürüyen adam göremezsiniz arkadaşlar. Herkes tam depar koşuyordur. Kostümcü kostüme koşuyordur, kameraman kameranın başına koşuyordur ya da lense koşuyordur, ışıkçı ışığı yetiştireceğim diye koşuyordur. Ben Serdar abinin servisten inip ‘kameraa’ dediğini biliyorum. Servisten indi servisten. Yaa daha Bismillah daha sete girmeden kamera ney ya. İşin esprisi ama öyleydi yani. (Gülüyor)
Bu samimi cevabınız için ayrıca teşekkür ederim. Berkan Bey son dönem tiyatroya baktığımızda usta çırak ilişkisi ne yazık ki zayıflamış durumda. Usta oyuncuların yaşam mücadelesinden hayat kaygılarından kaynaklı sanırız çırak yetiştirmek ikinci plana atılmış durumda. Usta çırak ilişkisinin zayıflaması tiyatroyu ne anlamda etkiliyor?
B.Ş-Arkadaşlar tiyatro eğitimin dışında, klasik eğitiminin dışında, usta-çırak ilişkisi bir tiyatro için en önemli şey. O kadar diyorum ve bunun zayıflaması, yeni oyuncuların yetişmesinde ve pişmesinde büyük sıkıntılar yaratan bir durum. Üremiyor diyorum. Onun için ben ısrarla tiyatromda yerli yazarlar oynatırım, kendi yetiştirdiğim çocukları oyuncu olarak onların üzerinde iyi çalışmaya özen gösteririm. Ben hala o usta çırak ilişkisinde ayak direyenlerdenim. Ve kesinlikle bunun sürmesi gerektiğine inananlardanım. Çünkü sahne bir yaşam. Yaşam deneyimi aynı zamanda. Birisi elinden tutup yol göstermezse o dış gözünü kaybedersin. Ne yaptığını bilemez hale gelirsin. Nerede olduğunu bilmiyor sanda hiçbir yere gidemezsin. Öyle deyim. O enseye gelen şaplak aslında iyi bir şaplak. Şiddet değil yani şu el; oğlum bir bak lan şuraya bir bak bakayım. Naaptın sen oraya? ,diyen bu el aslında şaplak değil. Bilginin eli. Sana yön gösteren. ‘Bak bırak saçmalamayı şuraya bak!’ diyen nokta atışını veren o el. Ustalık önemlidir. Bir misyondur, çok ciddi bir misyondur.
M.M.K-Sizde zayıflamış olarak görüyorsunuz değil mi?
B.Ş-Evet, çünkü kimsenin birbirine ayıracak o kadar vakti kalmadı. Bilgi çağındayız ya, sürat çağındayız ya!. ‘Oğlum nereye gençlerin hepsi yarım kaldı? ‘ demek geliyor o bilgi çağındakilere. Dedim ya sana az önce çocuklarımız okumayı bilmiyor ya, siz neyin peşindesiniz, diye. Oow Marsa gidiyoruz derken bebeler okumayı öğrenemiyor. Ee! bu çocuk nasıl yetişecek, nasıl iş kuracak, nasıl bir araya gelip bir şey yapmaya çalışacak? Yani Marsa gözümüzü dikmişken bakkala gönderecek çocuğumuz olmayabilir elimizde. Daha ötesi var mı işte.
-Çok korkunç bir durum gerçekten.
B.Ş-Yani bilgi ve çırak bu yozlaşmayı getirmemeli. Varım, sonuna kadar bilgi diyen bir insanım, sonuna kadar sürat, hiperaktif bir adamım ya, benim yavaş olmam mümkün değil zaten. Sonuna kadar sürat olsun diyen bir adamım, yavaş konuşana bile tahammül edemeyen bir insanım ama yaşam bir denge çocuklar. Süratli olduğum kadar doğru bilgiyle donanmışta olmam gerekiyor. Yoksa o süratin hiçbir anlamı olmaz. En fazla ölüm getirir o sürat sana. Bilginin olmadığını ve o hızlı trenleri, kara düzen yapmaya çalıştığını bir düşünsene. Ölüme davetiye çıkarmak bu. Bunun gibi düşün bunu. Ben yoksan ne o süratin ne de o bilginin bir anlamı var. Ben, beni kaybediyorsam kim arayacak beni? gibi bir durum.
-Bu arada Berkan Bey ‘Kök Sahne Sanatları’ şu an devam ediyor mu?. Şu anki çalışmalarınız ne yönde, belirli mi?
B.Ş-Hemen oyunun provasına başlayacağız. Hazırda olan bir oyuncumuzla oyuna devam edeceğiz. Kısmetse oyun seçme aşmasındayız. Güzelde bir kara komedi gelecek.
-Peki, bir destek alıyor musunuz şu an?
B.Ş-Hayır, tek desteğimiz ben.
-Başvurdunuz mu, istediniz mi peki?
B.Ş-Arkadaşlar, bu ülke tiyatro yapılamasın, sanat yapılamazsın diye kurgulanmış gibi çalışıyor. Mesela diyor ki Kültür Bakanlığı; vergi borcun olmamalı, Kültür Bakanlığına müracaat edebilmek için, meslek odasına kayıtlı olmalısın, şuna kayıtlı olmalısın, vergi levhanın olması lazım, şunun olması lazım, bunun olması lazım, işletme gibi hareket ediyor olman lazım, muhasebecin olması lazım, bilmem kaç yıllık dökümün olması lazım. Bütün bunları yaptığında zaten ona verdiğin, ondan alacağın 80-100 bin liralık desteğe ihtiyacın yok anlamına geliyor. Benim iki yıl kapıma kilidi vurup benden tıkır tıkır vergisini aldı ama. Affetmedi cezasıyla aldı. Bilmem ne holdinglerin trilyonluk şeyleri affedilirken. Bak ne diyorum sana lüks tüketim. Beni lüks tüketime soktu, tiyatro olarak. %43 vergi alıyor benden. KDV, stopaj, gelir vergisi, Aman Allah’ım yağdırıyor. Benim 100 liraya sattığım bir biletin 45 lirası devletin. Şimdi geri kalan 55 lirayla ben bu sahnenin kirasını ödemek zorundayım, oyuncularımın ücretini ödemek zorundayım, o prodüksiyonu, o dekoru, kostümü, ışığı her şeyi yapmak zorundayım. Üstüne bunun gelir vergisini vermek zorundayım. Bana diyor ki sürdürülemez bir şey sunuyor devlet olarak. Dedim ya tiyatro yapanların elini öpün. Görebilecekseniz son tiyatrocular diye boşuna demedim yani. Böyle bir şey var mı çocuklar? Pırlanta bile, elmas bile %1, ben %43üm. Bu direkt olarak yani bana yapma demiyor da, yapmamamı sağlıyor. Ee, benim mesleğim bu. Ben bunun üniversitesini okumuşum, otuz yıldır yapmaya uğraşıyorum, daha iyisini yapmaya uğraşıyorum o nasıl olacak. Geçmiş olsun dedim, yaptım. Ümit görebiliyor musun? Hayır, bende göremiyorum. Ben bir söyleşide bilmem ne üniversitesindeyim şey dediler; ‘Yeni oyuncu adaylarına ne tavsiye edersiniz?’ derhal bırakmalarını tavsiye ederim, dedim. Şok oldu herkes. Nasıl yani, diye. Yapamayacağın bir meslek ediniyorsun yahu. Bunu masum bir şey olarak kabul edebilir misin? Bu bilinçli bir durum. Planlı, programlı bir durum bu yani.
-Bizzat dediğiniz gibi yapma demiyor ama eylemleri o yönde.
B.Ş-Yapamayacak hale getiriyor. Bak her şeyi ödedim bir de o prodüksiyonun masrafı var. Beş tane oyuncum varsa onları buraya toplayacaksın, bu salona sahip olmak zorundasın, prova alanına sahip olmak zorundasın. Her şeye sahip olmak durumundasın. Nasıl olacak? Ve salonun 70 kişilik. Hadi 300 kişilik olsun, yine karşılamıyor ki. Sürdürülemez yani. Net. Ondan sonra devlet tiyatrolarını özelleştirmeye çalışıyorlar. 628 tane insandan oluşuyor biliyor musunuz? Devlet tiyatroları, devlet tiyatroları dedikleri kurum. Kendine ait hiçbir mülkü yok. Bütün sahneleri kiralık, 628 tane okuyan yazan adamlar var. Ne yapacaksın insanları mı satacaksın? Neyine özelleştireceksin? Yani 628 tane insandan oluşuyor devlet, devlet tiyatrosu, devlet tiyatrosu dediğin kurum. Ne mülkü var, ne malı var, ne makineleri, fabrikası var, 628 tane insan yılda 150’nin üzerinde oyun çıkarıyor. Ve her biri, o insanların her biri Van’da da, Tunceli’de de, Diyarbakır’da da, Trabzon’da da, İzmir’de de, İstanbul’da da tiyatro izleyebildim diyen insan varsa onlara temsil veriyor. Yılda 1700-2000 temsil. Ve sen onu bir de özelleştir. Neyi özelleştireceksiniz? Ne yapacaksın abi, oyuncuları mı satacaksın? Dramaturgları mı fabrikaya işçi, çırak vereceksin? Anlatabiliyor muyum saçmalığı. Ve koskoca 82 milyon, 628 tane sanatçım dediği insana bakamıyor, öyle mi? Ben öyle ülkenin kalıbına tüküreyim. Altını da çiziyorum bu cümlenin. Öyle yok. aa tiyatro üremiyor! Bir sor bakalım niye üremiyor. Doğuda, Güneydoğuda, devlet tiyatroları olmasa, tiyatro izleyebilmek mümkün mü arkadaşlar? Benim bak özel tiyatroyum. Ben Ankara’nın göbeğinde bu sorunlarla boğuşuyorum. Ben nereye gidiyorum arkadaşlar Güneydoğuya, Doğuya turneye. Nasıl gideceğim? Ben Ankara’daki küçücük salonu ayakta tutamaz haldeyken. Eğer Doğuda, Güneydoğuda tiyatro izledim, aa tiyatro böyle bir şeymiş diyen bir tane insan varsa o kurum sayesinde var. Hakkını yemeyin ya. Yiğidi öldür, hakkını yeme yani. Ve ben devletin sanatı olmaz dediğim için hiçbir zaman devlet tiyatroları sınavına girmedim. Bak karşı olduğum bir kurum. Devletin sanatı mı olur lan, dediğim bir durum var orada. Sanatın yandaşı, yöndeşi olmaz çünkü. Yandaş, yöndeşte zaten sanat yapamaz. Sanat dediğin şey muhalif bir durumdur. Farklı bir durumdur. Farklıyı arama hissiyatıdır bence. Değişiği daha güzeli arama kaygısıdır bence sanat. Bir şeyi ‘Oo iyi, tamam ya bu iyi, bu şahane ya’ dediğin bir şeyi eleştirmeyi de bırakmışsın demektir. Geliştirmeyi de bırakmışsın demektir. Bu da geçmiş olsun demektir. Durdun, artık oraya kadar demektir. Ötesi var mı çocuklar bunun. Söyleyeceklerim bu kadar.
-Ama şu an zor koşullara rağmen de bir oyun sergiliyorsunuz, oyun çıkartıyorsunuz.
B.Ş- Bu benim inadım.
M.M.K-İyi ki de inadınız var. Zaten bu inadınızla bir şeyler yapıyorsunuz. En azından 3-5 kişi gelip bu tiyatroyu izleyebiliyor. Dileriz ki daha çok doldururuz o salonları yani sizi motive eden de kendi savaşınız sonuçta değil mi?
B.Ş- İşini yapabilmek. Herkesin doğal hakkı değil mi bu? Bak sen bu röportajı niye yapıyorsun benimle? İşin için yapıyorsun değil mi? Niye kalktık geldik buraya? Ben sorunlarımı anlatabileyim, sizde işinize yapmış olun diye. Şimdi benim size ‘ her şey çok güzel, çok eğleniyoruz provalarda’ demem ne kadar anlam ifade ediyor?
-Hiçbir anlam ifade etmez. Emin olun şöyle söyleyeyim, bu benim yaptığım en güzel, en doyurucu ve samimi röportajlardan biridir bu arada. Bu güne kadar yaptıklarımızda samimiyetler vardı ama bu kadar sorunu kamuya ulaştırmaya vesile olmamızda bizi ayrı mutlu ediyor.
B.Ş-Çocuklarınız tiyatro izlemeden ölüp gidecekler çocuklar. Bi an önce el atsanız, yazsanız, çizseniz iyi olur. Birilerine bunu anlatmamız gerekiyor. Tiyatro dediğin şeyde sinemanın, o televizyon dediğin şeyin temeli. Tiyatro yoksa onlar yok yani. Geçmiş olsun. Tiyatron yoksa sineman olamaz. Televizyonun olamaz. Geçmiş olsun.
-Genel kültür bile olamaz ya, gerçekten son olarak da bir sorum daha olacak. Cesaretimi bağışlayın çok merak ediyorum.
B.Ş-Estağfurullah.
-Sizin röportajların neredeyse yazılı olanlarını tamamını okudum, video röportajlarınızın hepsini izledim. Bir de diğer filmleriniz olsun, tiyatro oyunlarınız olsun, afişlerini, sosyal medyanızı inceledim. Sizin sadece Behzat Ç.’de ‘Akbaba’ karakterini canlandırırken küpe taktığınızı fark ettim. Başka hiçbir yerde kulağınızda küpe yok. Bu küpe takmanız kendi tarzınız mıydı, yoksa sadece Behzat Ç’deki Akbaba karakterine has bir şey miydi?
B.Ş-O küpe benim neredeyse 20yıl kulağından hiç çıkarmadan taktığım bir küpeydi. Kendi küpemdi. Kendim yaptım yani. Böyle artık gümüşlerden yapmıştım ve onu kullanmak istedim ‘Akbaba’ karakterinde. O da şimdi Akbaba’nın bir aksesuarı oldu. Onun için de günlük hayatımda takmamaya karar verdim.
-Diğer röportajlarınıza baktım ırada da yoktu. Tiyatrolarınıza baktım böyle afiş fotoğrafınıza falan orada da yoktu. Ama Akbaba karakterinde sürekli vardı. Sadece merak ettim hani o Akbaba’nın aksesuarı mıydı diye. Çünkü bir röportajınızda şey demiştiniz ‘Saçımı uzattım, insanlar çok tepki verince ben inadına saçımı uzatmaya başladım’. Küpeden de orada bahsediyorsunuz düşündüm ki, küpe takmışsınız daha sonra Akbaba karakterinden sonra mı takmadınız.
B.Ş-Aynen böyle bir şey bak. Yaşadığın yer böyle kaderin oluyor. ’Hee uzun saçlı la bu’ diyor bir tanesi. İnadına yapıyorsun. Bir şey yasak ya sana. Ayrıca saç uzatmakta yani arkadaşlar ciddi bir durum geleneklerimize göre. O kulağındaki küpeleri öyle haybeye taşımazsın, takmazsın.
M.M.K-Babam kızım dedi, bana ya.
Baban hiçbir şey bilmiyor o zaman. Kusura bakma tosunum. (Gülüyor) Türk milleti savaşçı bir millettir arkadaşlar. Saçlar; korkunç bir görüntüye sahip olmak önemli bir şeydi. Sol kulağına taktığın küpeler kaç kardeş olduğunu gösterir, sağ kulağına taktığın küpeler bunların kaçının askerde olduğunu gösterir. Anlatabiliyor muyum? Git, babana da bunu söyle. Kaç erkek çocuğu olduğunu gösterir Türklerde. Sağ kulağına geçirdiğin küpeler, kaç gardaşından kaçı askerde, kaçı evde olduğunu gösterir. Yani evinde, o aileyi de birinin ayakta tutması gerekir. Sol kulağındaysa o küpe ayrı anlam taşır, sağ kulağındaysa ayrı anlam taşır. Bu da İşkembe-i Kübra’dan yapılmış bir şey değildir. Babana acilen şunu söyle titre ve kendine gel, de. Özüne dön, de. Anlatabiliyor muyum? Mevzu bu.
- Son olarak Berkan bey hem bu samimi sohbet için hem de bu uzun ve güzel cevaplar için çok teşekkür ediyoruz.
M.M.K-Abi, iyi ki varsın.
B.Ş-Estağfurullah. İyi ki siz varsınız gençler.
M.M.K--İyi ki de tanıştık bugün sizinle.
B.Ş-Canımsın kardeşim, teşekkür ederim. Onore ediyorsunuz. Gerçekten onore ediyorsunuz. Taş bir adamımdır ama .. (Gülüyor)
-Yok, estağfurullah. Biz sizi seviyoruz ya. Bir gün röportaj vermeyip yok arkadaşlar gidin deseniz bile yine severdik yani her tülü değerlisiniz.
B.Ş-Canımsın kardeşim, ne demek. İşini yapan adama hayır kalk yapma sen, denmez. Kibrit ailesine ve okurlarına çok selamımı iletin.

Comments