top of page

Başkalarının Tanrısı - Canan Murteza

  • kibritfanzin
  • Nov 17, 2024
  • 6 min read

Updated: Dec 2, 2024

Yazıyor…Yazıyor… Tüm gazeteler, başkalarının yazarının Başkalarının Tanrısı romanını yazdığını yazıyor…


Çağımızın gölgesinde kalarak son yıllarda varoluşsal sancılar çektiğimiz, kendimizi bulmaya çalışırken en çok da kendimizin dışında kalan yaşamlar ve bu yaşama ait başkalarını fark edemediğimiz o girdapta yorgun düşmüş ve dalgınlığa kapılmışken yazar Mine Söğüt, kapımızı çalarak hepimizi bir hikayeyle uyandırmaya çalışıyor, “Günaydın,” diyor, mahcup ve içten gülümsemesiyle. Evlerimize sığınıp kaçtığımız; görmezden geldiğimiz, çokça yargıladığımız hatta unutulan o başkalarının hikayesiyle.


Yazar Söğüt, sadece bizi uyandırmakla kalmıyor, bilinmeze, karanlık sokağın gerçeğiyle yüzleşmeye çağırıyor; kendimizi, hiç girmeyeceğimiz o sokakta yaşayan beş insanın sürükleyici hikayesine fırlatıyor. Tuhaf hikayesiyle bacakları dizlerinden kesik Efsun Ablayla sohbet ediyor, neredeyse yakında kendini bile unutacak, hafızasını yitirmiş Adnan Abiyle kahvede bakışıyor, hayatını bedenini satarak sürdüren Hülya’ya sarılıyor, bir sabah ailesini terk ederek bu sokak yaşamına meyletmiş cesur şair Musa ile arkadaşlık ediyoruz. Ardından tüm hikayeyi kozadan çıkaracak, aralarına sonradan katılan çöpte bulunacak hüzün ve mutluluk arasında bir duyguyla karşılaşacağımız Matruşka bebeği kucağımıza alıyoruz.


Söğüt, hayal ve gerçek arasında örülü bu hikayede toplumun temelini sarsacak bir yüzleşmeye kalkışıyor. Hikaye, kömür kokan, camdaki kırıkların boşluğundan soğuk alan bedbaht bir kahvede birarada yaşayan karakterlerin tek tek sokaktaki rollerine, hayatlarına inerek anlam arayışına girmemizle başlıyor. Yazar Söğüt, çağımızın can çekişen sorunlarını, yıkılmakla hayatta kalmanın, varoluşsal çabaların ve adaletsizliğin bir ağ gibi şehre örüldüğünü göstermeye çalışıyor. Yaşamın tarifi bu. Ona direnerek umut yeşertmek. Sineğin can çekiştiği anı hatırlayın. Çok mutlu bir hayatı olduğunu söyleyemeyiz. Kim bilir, ölümü arzuluyor da olabilir. Belki de o an bir bilinmeyene sergilediği direniş yaşama olan bağının kanıtı. Tıpkı romandaki kahramanların yaşamda kalma çabası gibi.


Romanın ana kurgusu kayıp yaşamların kahramanlarının yıkılacak bir binanın ardından kendilerine sığınacak yer aramaya başlamalarıyla iyice sarsılıyor, yıkılan sisteme uzanan yolda demir parmakları aralıyoruz. Söğüt, bizi günümüz İstanbul’unun adaletsiz, umarsız ve kuralsız yeraltına ittikçe itiyor. Yavaşça çökmeye yüz tutan fakat direnen iktidarın personasını kırarak gerçekleri kusuyor. Hikaye şair Musa’nın ağzından anlatılıyor. Yazar, Musa’nın ruhuna bürünerek bize adeta şiir okuyor. Diyaloglar, sofistike olduğu gibi ders olacak, bize tokat atacak kadar cüretkarken çıplak ayaklarla odanın içerisinde sıkıntıyı giderecek yürüyüşler yaptıracak kadar davetkar. Bu lirik anlatım bizi kavradığı gibi gerçek ve hayal arasında kurduğumuz dünyada boğarak yeniden doğuruyor. Açık, anlaşılır üslubuyla çizgisinden çıkmayan yazar şiirsel anlatımdan kendini sıyıramıyor. Mine Söğüt’ü başkalarının yazarı yapan da bu büyülü gerçekçi kalemi olsa gerek. Bir küfre sığınmayacak kadar naif; insanı sarsacak küfre anlamlı kelimeler giydirerek utandıracak kadar vurgun.


Usta yazarın Musa’yı anlatıcı olarak seçmesi elbette tesadüf değil; O, Tanrısız kafilenin kurtarıcısı, peygamberi. Şiiri yani manayı getirerek bizi özümüze döndürüyor. Şair Musa, ailesini, düzenli bir yaşamı terk ederek sokağa kendini adamış bir kahraman. Sayfalar boyunca Musa’nın şiir yazdığına dair sohbetler geçiyor fakat; Musa’nın henüz yayınlanmış bir kitabı bile yok. Onu, Adnan’dan, Efsun’dan, Hülya’dan başka belki; bulutlar, martılar ve yeraltı İstanbul’u tanıyor. Musa bizim umutlu yanımız. Tek istediği şey hesap vermeden umarsızca kendi istediği yaşamı yaşamak. Ve bunun için sadece ayaklarını takip etmeye ihtiyacı olduğunu biliyor. Bu yüzden sokaktaki herkesten ve her şeyden. Şiir, insanı manaya ulaştıran kelimelerin kavga ettiği, seviştiği ve insan ruhunu özgürleştiren kıtalar bütünü. Musa şiirin etrafında bir anlam arayışına girerek bizim mahremiyetimize uzanıyor; bastırılmış duygularımızı özgürleştirmemiz için çağrı yapıyor. Şairin yaşamı, adeta yapamadığımız, yapmak istemediğimiz, bize sunulan hayatta unuttuğumuz hayallerin tragedyası.


“ Bu şehir herkes uyurken, sokaklar bomboşken bile uğuldar. Neden bilir misin? Çünkü burada bu şehirde senin gibi yazdıkları hiç basılmamış, yığınla kayıp şair yaşamış ve ölmüştür. Ayıklasan kelimeleri o uğultudan hep şiir çıkar.” (S.20).


Yazar, şaire can suyunu uzatıyor, Efsun Ablanın dudakları… Efsun Abla, kendi deyimiyle, orospuluktan emekli, hayalinde, ilk sevgilisi ölü köpek Ahmet; çoktan ölmüş Kırların Hatçe annesi ve hiç ölmeyen sevgilisi Devran ile yaşayan o deli kadın.


O kadar ki geçmişinde onu hayat kadınlığına sürükleyen sevgilisi Devran’ın sevgisini kazanmak için bacaklarını kesecek kadar deliydi. Ona daha fazla ait olmak ya da ondan başka birine ait olmamak. Hayattaki tek meselesi bu. Sokağa düşeceğinden elbette habersizdi. İki sarkıt gibi bahsedilen bacaklarından affetmek uzuyordu. Çünkü o çok sevmenin kadınıydı. Çok sevmenin karşılığı olmazdı bu şehrin yeraltında; çok sevmenin bedeli olurdu


Ama Efsun Abla’ya sorsalar, hep sigaradan kesilmişti bacakları, sigaradan… “Mesela sana aşık olabileceğimi hesapla. Evet, bacakları olmayavan ve yaşı yaşımın iki katı olan, zargana gibi zayıf ve yarı kaçık bir kadına aşık olabilirim ben. Farkında değilsin. Sana ne zaman baksam, entarin sıyrılıyor hafiften. İçinde bir kötülük yok biliyorum ama benim var Efsun Abla… Benim içim sana fena.” (S.15).


Usta yazar, Şair Musa’yla Efsun Abla’yı, iki farklı yaşamdan insanı, aşkla birleştirerek imkansıza olan inancımızı yıkıyor. Aydın bir şairin, kendi yaşından iki katı büyük, kendince zargana gibi zayıf ve yarı kaçık bu kadına aşık olması elbette kalbinde sevgiye dair her şeyi barındırması; affetmeyi, sadakati, pes etmemeyi bilmesine karşın beslediği bu tutku, estetiğe olan engelleri kırarak aşkın yüceliğini gösteriyor. Yazar, çok sevmenin inancını unutan insanlara kalemini usulca batırıyor.


Derken bir anlık gaflete kapılıyorum bu aşkın karşısında. Bir plak seçiyorum kendime. İğneyi dokundurduğum gibi bir uğultu kopuyor. İğne yol aldıkça tenime çizik atıyor. Çizik attıkça, ses bedenime doluyor sanki. “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?” öyle diyor Müzeyyen Abla. Ama ölmüyoruz, her gün ölmek için biraz daha yaşıyoruz bu şehirde.


Tam da böyle bir anda Adnan Abi aklımın bir kapısından dalıyor içeri. Adnan Abi, romandaki kararsız duygularımızın vücut bulmuş hali. Unutmak ve unutmamak arasındaki uçurumda asılı kalmış bir yaşam. O, bizim en güçlü ve en zayıf yanımız. Sorgulamayan, izleyen her şeye fikri olan günümüz insanı. Unutmak bir ödülse, hatırlamak da o kadar sürgündür andan. Yine de Adnan abinin ilginçtir unutmadığı tek şey şiirdir. Şiirden bahsedilince en bilgini o oluveriyor. İnsan yaşlandıkça çocukluğuna yaklaşırmış. Adnan Abi unuttukça özüne, masumiyetine dönüyor.


“Kim olduğumu bilmiyorum ama şiir nedir hatırlıyorum. Kutsal kelimelerdir şiir!At elinden o kağıdı kalemi, hiçbirini yazma hep mırıldan. Hepsini kaybet, unut gitsin. Fark etmez. Bir kez ağzından çıkmaları, hatta sadece aklından geçmeleri bile yeter. Bırak yazma istersen onlar ruhundan çıkar, havaya karışırlar, yele tutunurlar, denize düşerler, toza bulanırlar. Sonra da muhakkak biri bulur onları, duyar bir şekil.” (S.20).


Tabii ki Söğüt, bizi daha da kalabalıklaştırıyor. İnsanoğlunun en çiğ, en kaçınılmaz ikileminin arasına sıkıştırıyor. Tıpkı hayat gibi. Zavallı Hülya; zaaflarımız. Hayatını sürdürmek için hayat kadını olmayı seçmiş ya da mecbur bırakılmış bir kadın. Vücudunda dolaşan o zehrin (uyuşturucunun) peşinden ona sunulan gençliği geçmişine katarak yaşama devam ediyor. Tıpkı ayıpladığımız, hikayesini bilip bilmeden yargıladığımız çoğu kadın gibi. Yazar, bizim seçtiğimiz değil; bize sunulan yaşamda nasıl susturulduğumuza ve bu sessizlikte nasıl yaşarken ölüme soyunduğumuza işaret ediyor.


Mine Söğüt, içimizde yaşattığımız ya da başka bir yaşamda olsaydık dönüşeceğimiz insanların fotoğraflarını bir bir gözümüzün önüne seriyor.


“ Kimsesizliğin bir anlamı da bizzat kimse olmamak. Hem kimsen yok hem de sen kimse değilsin. Büyük özgürlük” (S.54).


Tüm bu keşmekeşin içine, tüm can çekişmelere karşın, kayalığı delerek açan papatyalar gibi çöp konteynırının yanında terk edilmiş Matruşka bebek, bu hayatları alt üst etmek için gözlerini açıyor. Bu bebeğe hem seviniyor hem de üzülüyoruz. O, bir yeniden doğuş arketipi. Hayatın tam ortasına doğan, eksik yaşamların devamını simgeleyen bir can.


Keşke ölseydi dedikleri ama yaşaması için delice çırpındıkları bir bebek. Bu hayatlar bitmiyor, bitmeyecek dedirtiyor adeta. Acı yeni bir bedenle yaşamda tekrar dönüşüyor. Kim bilir o, yarının Hülyası belki de Efsun Ablası. Yine de bir umut Matruşka. Bu sokağın insanlarının yaşamında çoğalıyor. Yarın bir bilinmeyen olduğu için bu kadar umutlu. Yarın başucunda nöbette bir yabancı ama nasıl inandırıcı yalanlar söylüyor insana. Hiç solmayacak bu umut, hiç bitmeyecek gibi.


Yazar Söğüt, neden sorularıyla roman boyunca sıkıştırıyor, kaçış yeri bırakmayacak kadar yakamıza yapışıyor. Birkaç saatlik hayat sorgulamasına çekiyor ve nedensiz cevaplarla yaşamda müebbet yiyoruz. Böylece asıl cevabın nedensizlikte yattığına işaret ediyor. Evet, Başkalarının Tanrısı bir nedensizliğin kitabı. Yazar, bizi bir sürü sorunun ortasına atarak inatla sokak insanlarını Tanrının unuttuğuna inandırmaya çalışıyor. Peki ya Tanrı bizi nerede unuttu? Ya da biz mi Tanrıyı unuttuk. Belki de annemizin dualı ninnilerinde yaşayan bir düştü Tanrı… Belkilerle keşkeleri çarpıştıran, nedensizliği doğuran bir şaheser.


“Bizim Tanrımız yok! Hala anlamadın mı! Bizim Tanrımız yok, O başkalarının Tanrısı o!” (S.151).


Roman, sonlara doğru yaklaşırken gotarsk unsurlarla süslenip bezeniyor. Büyülü gerçekçilik akımına hizmet eden yazarın kalemi bizi hayal dünyasında yeni bir yolculuğa çıkartıyor. Diğer romanlarına kıyasla fantastik ögeleri gerçekten pek uzaklaştırmayarak bizi ürkütmeden, ana kurgudan koparmadan, yan hikayeleri sahne sahne sıralayarak bir film gibi izletiyor.


Yan hikayelerdeki hayali kişiler ve gölge motifi aslında bizlerin bastırılmış duyguları, yüzleşemediğimiz insanların kafatasımızda anı dövüşçüleri olarak huzur eskittiğini hatırlatıyor. Onlardan kurtulmak için yüzleşmek gerek. Gerçek özgürlük de yaşam da bir düşüncede başlar. Yazar, Efsun Abla’nın vazgeçemediği eski aşkı Devran’ı artık o çok sevdiği şairin vurmasına izin veriyor. Yani şiir kötü düşünceyi yeniyor ve ruhu prangalardan kurtararak anlama ulaştırıyor. Kuşlar uçuyor ve hep şiir kazanıyor, yine şiir kazanıyor.


“Hayat yine hep birlikte gördüğümüz ve hep birlikte dirilip dirilip öldüğümüz tuhaf bir rüya.” (S.152).


Böylece bu sokak hikayesini yüz elli yedinci sayfaya varınca tamamlıyoruz. Kitabı kapattığımda kapağında kireç gibi beyaz, ölgün suratlı bir adamın yüzüne bakıyorum; her şeyden arınmış, buğulu gözlerini bir bilinmeyene, yukarıya doğru dikmiş yüzüne. Bu bakışta ya yalvarış, ya uyanış, ya bir yeniden doğuş yatıyor. Yine Tanrı’dan; yeniden Tanrı’ya.


Kitabı, başkalarının yazarına; Mine Söğüt’e uzatıyorum. Ardından, biz de yukarı dikiyoruz gözlerimizi. Gece fazla dayanılmaz oluyor bir anda. Yıldızlar bayağılaşıyor. Sessizlik sürüyor. Bir başkası oluyoruz sanki. Herkes kendinden başlıyor yaşamaya. Efsun abla bir sigara çıkartıyor ve boğuk sesiyle bölüyor anı, “Her şey sigaradan,” diyor, “Sigaradan.”




Comments


bottom of page