top of page

Ali Lidar İle Edebiyat Üzerine Röportaj

  • kibritfanzin
  • Nov 24, 2024
  • 13 min read

- “Tesirsiz Parçalar” kitabında şöyle yazmıştınız. “İnsan isteyip de olamadığı yere ait.” Peki siz nereye ait hissediyorsunuz kendinizi?

A.L: Valla şu an bulunduğum yere ait hissediyorum diyebilirim. Çünkü uzun süredir hayalini kurduğum bir yerdi Küçük Prens Müzesi. Haliyle burayı biz emek emek dokuduk. Yani berbat halde bir binaydı, ellerimizle bir noktaya getirdik. İşte çocuklar gelip gidiyor, kitaplar üzerine konuşuyoruz. Sanırım kendime ait hissettiğim yer burasıdır Küçük Prens Müzesi diyebilirim.

- Hatalarınızı ve pişmanlıklarınızı kaleme alacak kadar çok cesur yazarsınız. Bazı kitaplarınızda bunlardan bahsediyorsunuz okurlara. Hatalarınızı ve pişmanlıklarınızı çıkarırsak, Ali Lidar’dan geriye ne kalır?

A.L: Yani tam olarak ne kalır bilmiyorum ama şimdi neysem o olmayacağım kesin. Yani bizi biz yapan şeyler yaşadıklarımızdır. Bunların bazısını anımsadıkça üzülürüz bazısını anımsamak keyif verir. Geriye dönüp baktığımda keşke şöyle olmasaydı dediğim çok işim oldu yanlış yaptığını düşündüğüm. Fakat bunlarla yüzleşmekten hiçbir zaman çekinmedim, yazarken de çekinmiyorum, şimdi de çekinmiyorum. Günahıyla vebali ile neysem onların hepsinin payı vardır. O yüzden benim hayatım ne yaşadıysam yaşadım. O an doğru olduğunu düşündüğüm şeyleri yapıp sonra doğru olmadığını gördüğüm de çok oldu. Ama dediğim gibi bunların hepsini bir bütün olarak değerlendirmek lazım. Böyle böyle büyüyorsun, olgunlaşıyorsun, sen oluyorsun. Bu yüzden hiçbir zaman onları çekip çıkarmayı da düşünmedim ya da onlar olmazsa nasıl biri olurdum bunu tahayyül etmeye de çalışmadım açıkçası.

- Sürrealist soru sormak istiyorum. Hangi kitap kahramanıyla uzun süre dost kalmak isterdiniz? Benim tahminim Selim Işık.

A.L: Aynen Selim Işık diyecektim ben de.

- İnsanları çok sevmiyorsunuz. Anlaşabilir miydiniz?

A.L: Yani muhtemelen anlaşırdım. Dinlerdim bir kere çünkü Selim’in en büyük problemi buydu anlatamıyordu derdini, anlatacak kimsesi yoktu. Onun en büyük problemi belki de kimsesizlikti. Ben iyi dinlerim, iyi bir dinleyiciyim. Selim’in de anlatacak çok hikayesi olduğunu biliyorum. Dolayısıyla onunla ahbaplık ederdim gibime geliyor.

- Peki listeyi biraz daha uzatacak olursak kimler eklenir?

A.L: Şöyle çok sevdiğim kitapların her şeyini severim. Haliyle karakterleri de severim. Şimdi bir çırpıda aklıma gelen “Çavdar Tarlasındaki Çocuklar” kitabındaki Holden Caulfield karakteri. Ergenliğimde onunla yolum kesişsin isterdim. Sonra Tanpınar’ın Hayri İrdal’ı çok enteresan bir adam. Onunla mümkün olsa sohbet etmek isterdim. Yine Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunları’nın” Hikmet Benol’u o da mesela Selim Işık’ın daha yetişkin veya farklı versiyonu belki. Buna benzer çok sayabilir de dediğim gibi çok fazla isim var. Bir kitabı çok seviyorsanız zaten onu karakterleriyle seversiniz. “Küçük Prens”ten bahsetmiyorum bile. O artık neredeyse hayatımızın özellikle son dönemlerinde merkezinde oldu. Dolayısıyla onu da listeye eklemek şart.

- Şiirlerinizin bazı dizelerine yolda yürürken sokak duvarlarında denk geliriz. Özellikle “Ben seni severim sevmesine de toplum buna hazır değil.” dizesine en az 2-3 kere rastlamışımdır. İçinde bin bir acıyla beslenip kaleme dökülen bir dizeyi duvarda görmek nasıl bir his?

A.L: Yani şöyle şiir bir hesaplaşma aynı zamanda. Yani yazıp bitti dedikten sonra biraz işinizde bitiyor. Dolayısıyla şiirle karşılaştığınızda yazarken hissettiğiniz şeyleri çok da hissetmiyorsunuz. Yani açıkçası insanın kendine ait bir şeyi çok alakasız bir yerde birden bire görmesi fena bir his değil. Aman aman yoğun duygular hissettiriyor mu? Yok. Ama enteresan bir his. Yalnız dediğim gibi öyle bir buhrana falan yol açmıyor. Dediğim gibi şiiri tamamlayıp sunduktan sonra kamuya zaten işiniz bitiyor.

- Bakıp geçiyorsunuz yani…

A.L: Yani şöyle bakıp geçmek derken tabi bakıyorsun yani insanın egosunu okşuyor o kesin. Hiç ilgilenmiyorum tamamen kayıtsızım diyemem. Ama öyle aman aman kalıcı bir tesir bıraktığını söylemek de zor.

- Modern edebiyatımızda nadir bulunan ironik, akıcı ve aynı zamanda düşündürücü üsluba sahipsiniz. Zaman zaman Türkiye’de değil de başka bir Avrupa ülkesinde yazsaydım daha çok ünlü olurdum ve kitaplarım daha çok satılırdı düşüncesine kapıldığınız oluyor mu?

A.L: Yok yok. Birincisi eyvallah o tespit sizin tespitiniz açıkçası ben hani kendi üslubuma dair çok bir şey söyleyemem. Çünkü bir üslup inşa etme ile uğraşmadım zaten. Başka bir Avrupa ülkesine dair hayalim yok bırak başka Avrupa ülkesini başka şehre dair yok. Ben düşünüyorum bazen İstanbul’da yaşayamam gibime geliyor. Eskişehir’i çok seviyorum çünkü. Burada doğdum burada büyüdüm burada çalışıyorum hayatımda iz bırakan ne varsa fonunda hep Eskişehir vardır. Dolayısıyla bir de bu konuda muhafazakârım ben alışkanlıklarım var ve onları kolay değiştiremem bazen bir haftalığına falan tatile gidiyoruz. Onun bile son günleri artık kâbus gibi geçiyor. Bir an önce dönme isteği oluyor bu yüzden hiç düşünmedim onu, yani evet. Sadece edebiyat için geçerli değil bu genel olarak sanatçılara batıda verilen değer ortada yani onlar çok daha rahat yaşıyorlar. Elbette yazdıklarının maddi karşılıklarını ya da yaptıklarını alıyorlar, Türkiye o konuda maalesef belli bir çizginin çok altında ama ben her haliyle seviyorum ülkemi, şehrimi o yüzden o türde hayallerim hiç olmadı. Kendi kendime bile ‘şöyle olsaydı nasıl olurdu, iyi olur muydu?’ diye aklımdan bile geçirmedim çünkü yaşayamayacağımı biliyorum. Balık gibiyim şehirde benim akvaryumum bunun dışında çok uzun süre soluk alamam.

- Felsefe öğretmeni olarak yazar olmanın ne gibi avantajları oluyor edebiyatta?

A.L: Doğrudan bir etkisinden bahsetmem güç yani ne ben derslerde edebiyat yapmaya çalışıyorum ne yazarken felsefe yapmaya çalışıyorum ama bir taraftan da bu ikisi zaten birbirinden kolay ayrılan şeyler değil illaki siniyordur. Ders anlatırken 23 yıldır felsefe anlatıyorum çocuklara işin içine mutlaka edebiyat giriyordur ya da yazarken satır aralarına felsefe mutlaka sızıyordur. Çünkü biri benim işim diğeri de yaklaşık 40 yıldır dünyamı çevreleyen şey kitaplar. Haliyle bırak yazdıklarımı attığım adımlarda bile bunların tesiri vardır ki zaten felsefeyle edebiyatın birbiriyle çok sık ilişkileri olduğunu da biliriz. Çok büyük edebiyatçılar aynı zamanda büyük felsefecilerdir. Sartre, Camus, Dostoyevski… baktığın zaman herhalde 19. yüzyıl insanını anlamanın yollarından biri Dostoyevski okumaktan geçer.

- Bir öğretmen olarak gençleri çok iyi gözlemlediğinizi düşünüyoruz. Gençler hakkında neler düşünüyorsunuz?

A.L: Şöyle bir şansım ve şansızlığım var. İkisi bir arada çalıştığım okul Eskişehir’in en iyi okullarından biri eski maarif koleji. Bir proje okulu ve sınavlar öğrenci alıyor çok yüksek puanla öğrenci alıyor. Dolayısıyla seviye olarak da nitelik olarak da algı kapasitesi olarak da çok kuvvetli öğrenciler ve ben başka okulda çalışmadım ilk görev yerim burasıydı. Dolayısıyla kendi öğrencilerim üzerinden yapacağım tespitlerin çoğu olumlu olur ama bunu nasıl genelleştirebiliriz inan çok da bilmiyorum. Endişeye yol açacak durumlar var mı var maalesef okuma oranları ortada, nitelik zaten çok konuşacak durumda değiliz, çok bozucu faktör var bir taraftan sosyal medyadan olumluyuz ama bir taraftan da sürekli zehir soluyan bir canlı gibi. Sosyal medya hakikaten öyle bilhassa gençleri çok olumsuz etkiliyor, çok çabuk gaza getiriyor, inanılmaz bir dezenformasyon var ve onların maalesef hayatlarının merkezinde. Ben ilk internet hesabımı açtığımda 30’lu yaşlardaydım. Ama bu şimdi herhalde ilkokula kadar düştü. Açıkçası kaygılıyım ülkenin de durumu malum birçok şey çok iyi gitmiyor ekonomik problemler işsizlik vs. Gençlerin çoğunda ciddi bir kaygı var, bu da açıkçası bizi kaygılandırıyor. Ama hiç mi iyi bir şey yok dersen elbette iyi şeyler de vardır. Bizim jenerasyona göre algılarının daha açık olduğunu söylemem mümkün daha pratik olduklarını söylemem mümkün yeni koşullara yeni durumlara çok daha çabuk uyum sağlayabiliyorlar bunların hepsi onların hanesine artı yazılır. Bu iş böyledir her jenerasyonun olumlu tarafları da var her jenerasyon bazı problemler de yaşar. İş bunların üstesinden nasıl gelip nasıl bir yetişkin olacaklarında yatıyor. Dediğim gibi genel bir değerlendirme yapmam zor. Bir öğretmen olarak ben öğrencilerimden razıyım ve memnunum. Birlikte bir iş yapıyoruz ve olabildiğince amaca uygun yapabildiğimizi görüyorum ama bütün okullarda da bu işin böyle olduğunu çok da sanmıyorum maalesef.

- Eskişehir Anadolu Lisesinde öğretmen olarak görev yapıyorsunuz. Aynı zamanda dergi basıyorsunuz öğrencilerinizle. Bir yandan kitap yazıyorsunuz ve yakın zamanda Küçük Prens Müzesini açtınız. Öğretmenlik, dergicilik, yazarlık, müzecilik hangisi daha zor?

A.L: Tamamıyla birlikte uğraştığım için toplu yorgunluk var. Bu toplu yorgunluğun bakiyesini nasıl bölüştürürüz bilmiyorum çok gerek de yok. Ama şöyle bir şey var yazarlığı belki bir kenara bırakabiliriz ama diğerlerinin amacı ortak merkezinde öğrenciler var nihayetinde bu müzeyi açma nedenim çocuklar gelsinler kitaplar üzerinde konuşalım diller üzerine konuşalım bir karakter üzerine konuşalım birbirimize anlatacağımız hikayeler olabilir birbirimizi dinleyelim, müzeyi bu yüzden kurdum. ‘Çınaraltı’ dergi şimdi 15 sayı çıkardık 16. sayıyı hazırlıyoruz Halide Edip Adıvar dosyası hazırlıyoruz. Herhalde Türkiye’nin en genç dergilerinden biridir yaş ortalamamız 15 ama iddialı da bir dergiyiz olabildiğince düzgün bir iş çıkarmaya çalışıyoruz. Çocuklara sadece edebiyat öğretmeye çalışmıyoruz bir dergi nasıl çıkartılır, nasıl pazarlanır, nasıl dağıtılır, bir röportaj nasıl yapılır yani işin mutfağına da sokuyoruz onları bu da bizim eğitim amaçlarımızın bir parçası. Derslerde de aynı şeyi yapmaya çalışıyoruz nihayetinde okul da dergi de müze de aynı amaca hizmet ediyor. Yazarlık için bunu çok söyleyemem ama mesela bir edebiyat üçlemesi hazırlamıştım ‘Kişisel Edebiyat Atlası, Hayata Rağmen Edebiyat ve Edebiyatın Tesirli Parçaları’ Altmış yazar üzerine çalıştım. Mesela o kitabı hazırlama reflekslerimden biri de öğretmenlik refleksidir. Sevdiğim kıymet verdiğim yazarları benim gözümden insanlar bilhassa gençler görsün istedim. Mesela tavsiye vermek kolaydır, kolayca diyebilirsin ki Tanpınar okuyun ama neden Tanpınar okumalı bir insan bunu izah etmek önemli. Onu izah etmeye çalıştım aslında haliyle yazarlığımın bir boyutunun da yine o müze dergi ve kitaptaki misyona yakın bir misyona sahip olduğunu söyleyebilirim. Ama şiirler için bunu söyleyemem ya da parçalar için bunu söylemem zor.

- Hocam ‘Çınaraltı’ dergisi sadece Anadolu lisesinin öğrencilerinin mi yazısı oluyor yoksa farklı bir lisede okuyan öğrenci eser gönderebilir mi?

A.L: Türkiye’nin her yerinden yazı göndermek isteyen herkese açığız. Ama şöyle bir şey var nihayetinde Eskişehir Anadolu Lisesinin dergisi olduğundan merkezinde kendi öğrencilerimizin yazısı oluyor. Diğer arkadaşlara da olabildiğince yer vermeye çalışıyoruz. 30 parça varsa 25’i bizim arkadaşlarımız öğrencilerimiz oluyor. Yüzde 15 20 gibi de dışarıdan gelen yazı kontenjanımız var herkese açığız.

- Peki eleme kısmını siz mi yapıyorsunuz hocam?

A.L: Yok. Mutlaka ben son bir bakıyorum ama ben olabildiğince çok da varlığımı hissettirmemeye çalışıyorum biraz geriden izliyorum kriz zamanlarında müdahale ediyorum kararsız kaldıkları noktalarda müdahale ediyorum, tabii başka öğretmen arkadaşlarım da var. Resul Hoca ve Kerem Hoca üçümüz birlikte götürüyoruz bu işi ama olabildiğince biz inisiyatifi çocuklara bıraktık. Onlar yazı düzenleme işini yapıyorlar, imla kontrollerini yapıyorlar, dizgiyi yapıyorlar, yayın kurulu dergide yayınlanacak eserleri seçimine karar veriyor. Biz dediğim gibi daha çok son noktada ya da kararsız kalınan durumlarda devreye giriyoruz. Rehberliğe ihtiyaç duydukları noktada biz hep yanlarındayız. Ama olabildiğince de inisiyatifi onlara bırakıyoruz.

- Ülkemize çok değerli bir katkıda bulundunuz. Öğrencileriniz ve halkımız için müze açtınız. Öncelikle teşekkür ederiz çok değerli ve takdire değer bir iş. Bir öğretmenin yapabileceği en güzel bir şeyi yaptınız. Peki var mı ufukta buna benzer projeler?

A.L: Uzun süredir yaptığım bir koleksiyon daha var imzalı kitaplar biriktiriyorum. Belki küçük edebiyat müzesi gibi bir müze orta vadede olabilir. Çünkü epeyce bir kitap oldu sanırım bini aşmıştır. Onun içinde tabii eski kitaplar var bütün İlhan Berk’in, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar ilk baskısı gibi o türden imzalı kitapları nadir kitaplar biriktiriyorum epeydir. Şimdilik karar verdiğim şu zamana kadar bu müzeyi kurmalıyım dediğim bir noktada değil ama alttan alta böyle bir ince hayalim var onu söyleyebilirim. Onun dışında yazmayı çizmeyi seviyorum şimdilik yazıyorum dergilere yazıyorum yeni kitaplar oluşuyor yeni dosyalar oluşuyor hali hazırda bir öykü ve bir şiir dosyası hazır gibi takdim bilemiyorum ama belki 2022’nin ilk ayları basılır. Okumaya ve yazmaya dair hayallerim var onun dışında çok da bir şey yok.

- Küçük Prens Müzesinden konu açılmışken nasıl ziyaretler? Memnun musunuz? İnsanların tepkileri ne yönde?

A.L: Tabii memnunum. Buraya gelip de etkilenmeyen görmedim desem yeridir. Evet talihsiz bir zamanda müzeyi kurduk. Kurduk geçtiğimiz mart ayında resmi açılış yapmadan birkaç ay önce okullar kapandı. 1,5 yıl zaten ülkece durduk. Dolayısıyla o 1,5 yılda müzeyi çok efektif kullanamadık. Ama şimdi eylül itibariyle okullar açıldı. Öğrenciler geliyor gidiyor. Gruplar geliyor gidiyor. Çocuklarla planladığımız şeyleri bir kısmını da olsa yapabiliyoruz. Ben gidişattan memnunum. Zaten aşağı yukarı böyle bir şey amaçlamıştım. Amaçladığımız şeyde üç aşağı beş yukarı oluyor.

- Merak ediyorum kitaplara olan bağınız bambaşkadır zaten. Bu kadar kitabı biriktirdiniz daha sonra müzeye verdiniz böyle bir ayrılık hissi oldu mu?

A.L: Yok sonuçta müzede benim kendimi ait hissettiğim evim gibi. Haliyle evin bir odasından başka bir odasına getirmiş gibi düşünüyorum. İlerde emekli olurum burası ile bağım kalmaz o zaman ne hissederim bilmiyorum ama yine çok olumsuz şeyler hissetmem herhalde. Çünkü benim işim bitti artık bu kitaplarla biraz da çocuklara faydası olsun. Bir burukluk olur belki uzaklaştığımda ama sadece o kadar.

- Yaşanan bazı tatsız olaydan sonra İthaki yayınları kitaplarınızın basımını durdurdu. Ve yollarınızı ayırdınız. Karşılaştığınız bu tepkiyi nasıl buldunuz?

A.L: Doğru bulmadım tabii ki ortada ciddi bir haksızlık var. Bu yayınevi için söylemiyorum onlarla karşılıklı konuştuk. Ben de çalışmak istemediğimi söyledim. Çünkü başka türlü bir duruş bekliyordum onlardan benimle hiç ilgisi olmayan bir hadise vardı ortada fakat o zaman haksızlığa uğradığını düşündüğüm biri ile ilgili bir twit attım. Hikâye bu kadar basit. Kimseyi de tanımam bu arada orada bahsi geçen isimlerin hiçbirini tanımam Hasan Ali Toptaş ile bir kez imza gününde gittim ve imza aldım. Ama orda ilk başta tabi bir sahte hesaptan atılan bir twit ile linçe uğraması beni çok rahatsız etmişti. Bunu söyledim bu kadar.

- Bu bir toplum baskısı mıdır sizce?

A.L: Elbette ki toplum baskısı. Yani sosyal medya böyle bir şey 24 saat içinde çok rahatlıkla kelle alınabilir.

- Abartılacak bir twit de değil aslında öyle bir tepki verilmesi için?

A.L: Öyleydi yani ama bu çok kişinin başına geliyor görüyoruz yani. Bir bakıyorum günün konusu ne, o gün kim linç edilmiş Orhan Pamuk mesela. Bir bakıyorsun başka bir gün bambaşka biri. Şey gibi biraz. Aç kurtlar var orda. Hakikaten öyle. Ve kelle arıyorlar. Ben de o tuzağa düştüm. Benim için çok problem değil. Yayınevi ile ayrılmamız da belki hayra vesile oldu işte başka bir yayınevi ile çalışıyoruz. Ağustos’ta çıkan kitabım orada yayınlandı Epigraf Yayınları, bizim Ot dergisi bünyesinde kuruldu. Benim yayınevine ne bir kızgınlığım ne bir sitemim var. Ama başka türlü davranmalarını beklerdim açıkçası. Dolayısıyla bunlar ticari markalar muhtemelen başka hesapları da vardır. O ilk günün baskısı onları korkutmuştur. Nihayetinde bunlar şirket. Şirket mantığıyla yönetiliyor. Bir kar zarar hesapları var. Benim yok. Kitabım satmasın umurumda bile olmaz. Çok açık söylüyorum. 23 yıldır öğretmenim ilk kitabım çıkalı 5-6 yıl falan olmuştur o kadar. Hiç çıkmayabilir. Bunu hep söyledim zaten yazdığım dergilere de söylüyorum. Bir gün beni okumazlarsa ayıp olur diye düşünüp söylememezlik yapmayın ben de yazmaktan kurtulmuş olurum. Zaten yazarlığa dair ne çocukken bir planım vardı ne de şimdi var 10 yıl sonra kendimi şurada görmek istiyorum diyen bir yazar değilim yazarım derken bile imtina ediyorum ben dolayısıyla hiç umurumda değil. İşin profesyonel boyutuyla hiç ilgilenmiyorum ama yayınevleri başka saiklerle çalışıyorlar onlara da söyleyecek bir şeyim yok Allah yollarını açık etsin

- Bence “hakkında bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmuş” yazarlardansınız. Örneğin sosyal medyada sürekli denk geliyoruz hakkınızdaki haksız eleştirilere. Hatta bazen siz de sessiz kalmıyorsunuz gereken cevapları veriyorsunuz. Abi nedir bu insanların sizinle sorunları?

A.L: Bu sadece benimle ilgili değil aslında. Ben kendimle ilgili olanları görüyorum. Emin ol belli bir noktada bulunan biraz tanınan her yazar benzer şeyleri yaşıyor. 2 gün önce Sezai Karakoç öldü. Allah rahmet eylesin. Evet hakkında övgüler var ama bir taraftan da öyle şeyler yazıyorlar ki. Adam ölmüş artık ya cevap bile veremez. Bilmiyorum denk gelmişsinizdir belki. Bir taraf mesela sevdiğimiz bir şair abimiz onun için başsağlığı dileyen bir mesaj atmış, altındaki yorumlar, aman tanrım işte bu gericinin nesini okuyorsun böyle şair mi olur? Arkadaş ölmüş gitmiş adam artık. Yok ölmüş yani. Ölülere bile saldırıyorlar haliyle yani bu ülkede fark etmez Cem Yılmaz olsan linç yiyorsun mesela. Ülkeyi en çok güldüren adamdır herhalde. Zaman zaman bilmiyorum denk geliyor musunuz o da çıldırıyor. Bundan kaçamazsın sosyal medya böyle bir şey. Çok güzel övgüler de görüyorsunuz hiç layık olmadığımı düşündüğüm, göklere çıkartanlar da oluyor. Yerin dibine sokanlar da oluyor. Yavaş yavaş da buna kayıtsız kalmayı öğreniyorum. İlk zamanlarda dediğin gibi ben bazen topa giriyordum. Artık girmiyorum girmemenin doğru olduğunu öğrendim çünkü sizi dinlemeye anlamaya çalışan insanlar yok zaten o an o topa giren insanlar içinde. Onların aradığı şey, sürtüşme haliyle siz ne kadar üst perdeden cevap verirseniz, aslında onların amacına da o kadar hizmet ediyorsunuz. O yüzden görmemek duymamak lazım.

- Kişisel Edebiyat Atlası kitabınızı okurken, İbn-i Haldun’un “Coğrafya Kaderdir” düşüncesiyle aynı fikirde olduğunuzu görüyoruz. Coğrafyamızın kaderinde neler sizi daha çok rahatsız ediyor?

A.L: Bu İbn-i Haldun’un sosyolojik tespitidir ben de doğru buluyorum şahsen. Yani insan nerede doğuyorsa oranın bazı özelliklerini de taşıyor. Bir anlamda onun kişiliğinin gelişiminde de coğrafyanın tabii payı vardır. Sonuçta sıcak ülkede yetişen adamla sıcak ülkede yetişen adam aynı olamaz. Bizim özelliğimiz de söylersen ben çok seviyorum bu coğrafyayı. Güzelliklerini sayarak bitiremem tabii ama Tanzimat’tan beri bir dilemma da yaşanıyor sürekli. Bir taraftan sürekli Batılı olmaya çalışıyoruz. Başımız bir şekilde Batıda, ayağımız komple Doğuda arafta kalmışız böyle. Bu bence bir problem. Onun dışında siyasi problemler, ekonomik problemler dolaysıyla bu gün sizi rahatsız eden ne varsa aynı şeyler beni de rahatsız ediyor. Bütün bunlara rağmen yine de burası güzel.

- Türk yayıncılık camiasında absürt bir mantık var. Dünyada çok değerli kaleme sahip olduğu halde kıyıda köşede kalan yazarlar var. Genelde eserleri Türkçeye çevrilmez. Fakat Uluslararası Edebiyat alanında ödül aldıktan sonra eserlerine ulaşabilir hale gelir. Sanırım bu tüm yayıncılık sektörüne has bir mantık. Peki Ali Lidar’ın kitaplarının yabancı dile çevrilmesi için büyük ödüller mi alması lazım yoksa?

A.L: Yok ben şöyle düşünüyorum bazı durumlarda bu böyledir benim yazdığım yazılar genelde yerel hikayelerdir. Şiiri zaten geçin şiir çok çevrilebilir bir şey değil. Evet dünyanın büyük şairlerinin çeviri şiirlerini okuyoruz ama kesinlikle aynı şeyi okumuyoruz. Yani asla bir Latin Amerikalı gibi anlayamayız Neruda’yı. Onun dışında hikayelerden, parçalardan bahsediyorsanız benim kullandığım dili bu toprakların insanlarının, öğrencilerinin veya sağda solda gördüğümüz insanların daha rahat anlayacağını düşünüyorum. Bundan da rahatsız değilim. Yerel bir yazar olduğu kanısındayım, bu da bahsettiğiniz duruma engel. Yani yurt dışından bir ajansın gelip okuyup, etkilenip, haklarını almak isteyeceği bir şey yazmadım. Edebiyat üçlemesi için belki bu yerelliği biraz kırdığımı düşünebilirim ama onun da zaten yurt dışında çok iyi örnekleri var.

- Sokrates’in şöyle bir cümlesi vardı: “Dünyada her şeye değer biçilebilir ama öğretmenin eserine değer biçilemez. Çünkü onun eseri her şeydir ve hem de hiçbir şeydir.” Bir öğretmen olarak siz ne düşünüyorsunuz?

A.L: Ben bir kere herhangi bir meslek dalının kutsanmasına karşıyım. “Doktorluk kutsaldır, öğretmenlik kutsaldır” gibi düşüncelere karşıyım. Ona kalırsa fırıncılık daha kutsaldır. Adam sabahın beşinde ekmek yapıyor sana. Minibüs şoförü de kutsaldır, beni bir yerden bir yere götürüyor soğukta. Dolayısıyla değersiz bir meslek yok. Öğretmenliği fırıncılıktan veya çöpçülükten daha kıymetli bulanlara katılmıyorum, hepsi değerli. Öğretmenlik tabi önemli bir meslek insana dokunuyorsun sonuçta özellikle genç yaşta. Onun şekillenmesinde, bilinçlenmesinde bir şekilde katkın oluyor. Ama kasap olmazsa protein alamaz bu adam, gelişim için proteine de ihtiyacı var sonuçta. Bu yüzden her mesleğin değerli olduğunu ve olabildiğince doğru düzgün yapılması gerektiğini düşünüyorum.

- Son olarak okurlarımızın sorusu var vaktini fazla almadan onları da sormak istiyorum. Ben 19 yaşında bir gencim ve ülkemin bana verebileceği parlak bir gelecek yok sanırım. Soluğu yurt dışında almak istemiyorum. Sizce Z kuşağı için bir umut var mıdır Türkiye’de?

A.L: İnsanın olduğu her yerde umut vardır. Şimdi şu da zannedilmemeli, sanki Türkiye cehennem başka her yer cennet. Bugün Fransa örneğin ciddi bir yükselişte olan ırkçılık var. Korkunç bir şey mesela bu da, sözde bunu halletmiştik. Ekonomik krizleri olan ülkelerde çok fazla. Yani her yerde her şey güllük gülistanlık değil ki zaten kimse kollarını açmış gelin gençler demiyor. Bence meseleleri burada çözmek lazım. Ben şeye de saygı duyarım insanın böyle bir ideali olabilir başka bir ülkede yaşama, çalışma, hayat kurma. Ama bu ülkenin daha da zor günleri de oldu. Parçalanmış imparatorluğun küllerinden ulus bir devlet yarattık biz. Dedelerimiz bunların üstesinden geldi yine üstesinden gelineceğini düşünüyorum. Tabii ki burada iş biraz da gençlere düşüyor, alıp başımı giderim diyenlerde olacak elbette ama kalıp mücadele ederim diyebilme cesareti de bence önemli.

- Akademisyen olmayı düşündünüz mü hiç? Bence ülkemizin sizin gibi değerli insanların akademisyen olmasına çok ihtiyacı var.

A.L: Eyvallah sağ olsun. Yok hiç düşünmedim açıkçası. Benim kardeşim akademisyen Osmangazi Üniversitesinde ondan da yakinen görüyorum ki akademinin problemleri benim başa çıkabileceğim problemler değil. Şimdi okulda şöyle bir avantajımız var dersini anlatıp çıkıyorsun, başka bir hesap kitap yapmıyorsun. Ama üniversitede asistanken başka bir kaygın oluyor, birilerinin gözüne girmeye çalışmak zorunda kalıyorsun. Hiç hakketmediğini düşündüğün, vasıfsız biri tepende kaderine hükmediyor. Ondan ziyade kadrosu problem, işini istediğin gibi yapamıyorsun vs. Yani iyi bir akademisyen olman için sürekli dövüşmen lazım ve başarı garantisi de yok. Giremem böyle işin içine ki benim kişiliğim de buna uygun değil. Lisede öğretmenlik yapmak benim yapıma çok daha uygun. Atılırdım yani uzatmayayım kesin atılırdım.

- Teşekkür ederiz bizi kırmayıp röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için.

A.L: Ne demek ben teşekkür ederim. Başarılar dilerim.



Comments


bottom of page